1930 yılı 16 Nisan tarihli gazetelerin neredeyse tamamı, İzmir’de başlayıp İstanbul’da devam eden büyük bir aşk hikâyesini anlatan manşetlerle yayımlanmıştı. İzmir’in en üst düzey bürokratlarından birinin kızı olan Şükran Hanım ile o dönemlerde pek de makbul bir meslek sayılmayan tiyatrocu Muammer Ruşen Bey’in aşkıydı bu...
Lise yıllarında İstanbul’dan tanışıyorlardı, ancak aşkları Şükran’ın babasının görevi yüzünden taşındıkları, Muammer Ruşen Bey’in de, çalıştığı kumpanyanın turnesi nedeniyle geldiği İzmir’de filizlendi... Şükran Hanım, Muammer Ruşen Bey’in oynadığı her temsile bilet alıyor, gündüzleri de Bornova yolunda gizlice buluşuyorlardı. Evlenmek istiyorlardı, ancak Muammer Ruşen’in mesleği nedeniyle bunun olamayacağını da biliyorlardı. Başka çareleri yoktu, kaçmaya karar verdiler.
14 Nisan Günü Gülcemal Vapuru, İzmir Limanı’nda yolcularını bekliyordu. Fark edilmemek için vapura ayrı ayrı bindiler.
Gülcemal yola çıkmıştı ama, Şükran’ın nüfuzlu ailesi de İstanbul
Batı’nın gözünde bir masal diyarı gibiymiş İzmir. O yüzden de bildiğimiz, bilmediğimiz sayısız gezginin yolu düşmüş İzmir’e tarih boyunca. Biz ancak seyahatnameleri yayımlanan gezginlerden haberdarız. Onlardan biri de, 1841 yılında gelmiş İzmir’e.
Geminin körfeze girişinden itibaren her anını günlüğüne not düşen gezginimiz, limanın gemilerle dolu olduğunu belirtmiş ve hilalli kırmızılı Türk bayrağının da aralarında dalgalandığı buharlı gemilerden söz etmiş. İzmir’in yaşmaklı kadınlarından deve kervanlarından ve dar sokaklarından bahseden Danimarkalı gezgin, üst kısmında taşa oyulmuş bir mezarın da bulunduğu Homeros Mağaraları’nı da bir masal anlatır gibi, çok farklı bir dille anlatmış.
Onun anlatımıyla devam edelim:
“İzmir yakınlarında, tüccarların önlerine kattıkları yüklü kervanlarda uzun boyunlu mağrur develerin, kutsal toprağı beceriksizce çiğneyerek geçtikleri yüksek ağaçların altında bir gül ağacı görmüştüm. …..Dünyanın en büyük ozanı burada yatıyor” demiş gül, “Kokum
Şehrin güzel insanlarıdır onlar.
Kendi yarattığımız yaşam standartlarından biraz farklı oldukları için sanki onları görmüyormuşuz gibi yaparız, ama onlar hayatlarımızın muhteşem renkleridir aslında. Kimi farklı giyinir, kiminin sevgi tezahürü farklıdır ya da kimi hep öfkelidir... Kimi durmadan konuşur, kimi de suskundur, ama konuşunca kralın çıplak olduğunu ondan öğrenirsin... “Aman konuştukları zülf-ü yâre dokunmasın” diye de, biraz uzak durup toptancı bir yaftalamayla ‘garip’, ‘divane’ ve hatta ‘deli’ der geçeriz onlara.
Bornova’nın da böyle güzel insanları varmış...
Birinin adı İbrahim’miş ama ‘Deli İbo’ derlermiş Ona. Kimseye zarar vermeden bağıra çağıra dolaşır dururmuş sokaklarda. Bornovalı yazar Murat Uyurkulak, çocukluğunun Bornova’sındaki Deli İbo’yu bir romanının konusu yapmış, hatta kitaba onun adını vermiş... Delibo... Ellerine sağlık.
Başka bir İbrahim daha varmış. Başına ne geldiyse “At öldü, at öldü” diyerek Bornova’nın sokaklarını arşınlarmış.
Taner de
Sanatın bulaşıcı olduğunu söylerler.
Edebi, mimari ve resim sanatındaki akımlar ya da bir ressamın bir başka ressamdan etkilenmesi hep bir bulaşmadır aslında.
Hele şarkılar... Müzikteki bulaşıcılık çok daha hızlıdır. Bir şarkı beğenilmeyegörsün bir kere, aynı şarkı kısa zaman sonra bir başka ülkede bir başka dilde söylenmeye başlanır hemen.
Tarkan’ın “Oynama şıkıdım şıkıdım”ını hepimiz hatırlıyoruz... Bir anda bütün dünyayı sarmıştı.
Quentin Tarantino’nun Pulp Fiction filminin meşhur müziği Misirlou da öyle bir hikâyedir. Pulp Fiction’ın vizyona girdiği 1994 yılından itibaren uzun zaman dinlenme rekorları kıran bu müzik, aslında 1962 yılında Dick Dale tarafından Del-Tones orkestrası eşliğinde solo gitarla seslendirilmişti.
Pulp Fiction’la ünü tüm dünyaya yayıldı ve hep Dick Dale’in şarkısı olarak hafızalara kazındı.
Misirlou, o süreçten günümüze kadar pek çok müzik insanı tarafından seslendirildi. King Crimson (1972), California Guitar Trio (1992), Kronos Quartet (2000), Glykeria (2004), Pamela (2005) ve Black Eyed
30 Ekim depreminin üzerinden 1.5 aya yakın zaman geçti. En çok yıkımın oluştuğu Özkanlar Manavkuyu ve Mansuroğlu mahallelerinde yapılan incelemelerde ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri yapı denetimi yapılmış ve onaylanmış binalardan hiçbirinde ağır ya da orta hasar bulunmadığı şeklindeydi. Bu tespit, 38 yıl bilfiil inşaat mühendisi olarak çalışan ve bir dönem Yapı Denetim Kuruluşları Birliği İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapan. değerli dostum Ahmet Gürel’e ait.
Büyükşehir Belediyesi binasından önce onun yerinde bulunan Umumi Mağazalar.
Depremde, İzmir Büyükşehir Belediyesi binasının da hafif-orta seviyede hasar gördüğünü hepimiz biliyoruz.
Henüz gencecik bir inşaat mühendisiyken İzmir Büyükşehir Belediyesi binası inşaatının bir bölümünde şantiye şefi olarak görev yapan Ahmet Gürel, 1980 yılında hizmete giren bina hakkında yazdığı makalede şu teknik bilgileri vermiş...
“Projede B 225 öngörüldü ve imalatta da uygulandı. O günlerin projelerde kullanılan en
2020 yılı bir felaketler geçidi gibi yaşanmaya devam ediyor. Önce salgının birinci dalgası, ardından deprem... Şimdi de salgının 2. dalgası...
Ama bizim binyıllara dayanan, müthiş bir dayanışma kültürümüz vardır. Bu kültürel zenginliğimizin ne büyük bir avantaj olduğunu hiç düşünmeden bu hazinenin içinde yaşar gideriz.
Mesela teorik olarak hiç açlık çekmeden ve hiç kimseye minnet etmeden uzun zaman yaşayabilirsiniz İzmir’de. Çünkü, mutlaka ama mutlaka şehrin camilerinden birkaçında, çarşılarında ya da meydanlarında bir lokma ya da tavuklu pilav hayrı hiç eksik olmaz.
Türkiye’nin neresinde olursa olsun, çıkın sokağa herhangi bir vatandaşa, “Karnım aç diye karşınıza gelen bir kişiyi geri çevirir misiniz?” diye sorun... Kimse geri çevirmez.
30 Ekim’de yaşadığımız büyük depremin ardından, bu büyük dayanışmaya bir kez daha tanık olduk. Devletin ya da yerel yönetimlerin zaten yapmakla mükellef olduğu barınma, ısınma ve beslenme gibi rutin desteklerden
Yeşildere (Kemer Çayı) ve Halkapınar dereleri hakkındaki notlarımızın yer aldığı ‘Antik Meles Çayı nerede?’ başlıklı yazımızın Bornova Çayı’yla ilgili bölümüne, yaşadığımız deprem felaketi nedeniyle iki hafta gecikmeli olarak devam ediyoruz.
Bornova Çayı olabilir mi?
Tarih meraklısı dostlarımız iyi bilirler ki, medeniyetler taşınırken sadece evlerini değil, hikâyelerini ve kutsallarını da beraberinde götürür.
Adını Meles Çayı’ndan alan, Homeros’un yaşadığı dönemde Smyrna şehrinin Bayraklı Tepekule’de olduğunu biliyoruz.
Her ne kadar bir kısım tarihçi Yeşildere’nin, önemli bir kısım tarihçi de Halkapınar Deresi’nin Meles Çayı olduğunu öne sürse de, tarihçi ve coğrafyacı Strabon’un Meles Çayı’nın yerini ‘Antik Smyrna şehir duvarlarının dibinden geçtiği’ şeklinde tanımladığını bildiğimize göre, bugün Tepekule’nin dibinden geçen çayın hangisi olduğu gün gibi ortada. Bornova Çayı...
Belli ki, İzmir şehri Tepekule’den Kadifekale’ye
Böyle bir şey yaşamadık...
Kiminle konuşsam, kimi görsem, ağızlardan dökülen ilk sözcükler bunlar oluyor. Konuyu yaşadığımız ömür çerçevesinde değerlendirirsek hakikaten böyle bir deprem görmedik. Yaşamadık böyle bir şey. Ama, Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan öyle demiyor. İzmir, 2500 yıl içinde bu depremlerden tam 17 tane görmüş ve çevresi tam bir deprem bölgesi. Jeofizikçilerin söylemiyle, “Muhteşem bir sismolojik alan”... Kayıtlar var. Tarih boyunca da öyle olmuş
Doç. Dr. Melih Tınal Hoca’nın bu konuda detaylı bir makalesi var. Başlığı, ‘19. Yüzyıl İzmir Depremleri’