Küsüratlarla uğraşmayı çok sevmeyiz. Bir Alman, bir Amerikalı bırakın bir euroyu, bir doları, bir centi bile tezgahta bırakmaz. Onlar için saniyeler önemlidir. Pek çoğu da iş bitmeden günü bitirmez…
Biz de öyleydik önce, madeni paraların yüzüne bakmaz olduk, sonra saniyeler, dakikalar üzerinde durulmayacak kadar ufak detaylar oldu…
Toplumlar bileşik kaplar gibidir. Bir konuda ne ise diğer konuda da odur. Bir alanda yukarı çıkarsanız o sizi yukarı çeker, aşağı düşerseniz o sizi aşağıya çeker.
Eğitimde ise kafamız karmakarışık. Hâlâ düzeni oturtamadık. Tek dersten kalan sınıfta kalırken, önce borçlu geçirdik, sonra da 7, 8 zayıfın hiçbir önemi yok deyip sınıf tekrarını adeta kaldırdık. O yetmedi bir de diploma verdik. Hormonlu notlarda ise sınır tanımadık. Neredeyse tüm okulu 100 tam puanla mezun ettik… Kolay yoldan diploma almaya böylesine alışmışken, sınıf tekrarı yeniden geldi, devamsızlık konusunda ise ortaokul ve lise son sınıfları, sınavlara daha iyi hazırlansınlar diye
Yeni öğretim yılı sancılı başladı.
Hemen her gün yeni bir sorunla uyanıyoruz.
Hiçbirisi de çözülmeyecek sorunlar değil ama görünen o ki karar alma süreçlerinde zafiyetler yaşanıyor.
Örneğin öğretmen atamalarının hâlâ yapılamaması, örneğin okullara yeni temizlik görevlilerinin yarından sonra alınacak olması, örneğin LGS’deki hatalı sorunun yargı kararı ile okullar açıldıktan sonra iptal edilmesi, örneğin kapısı kırılan müdür yardımcısına yönelik yaptırımın öğretmenin başvurusundan sonra değil de görüntülerin sosyal medyaya düştükten sonra gerçekleşmesi, örneğin taşımalı eğitim ve engellilere yönelik servis uygulamasının yeterince düşünülmeden hayata geçirilmesi, örneğin hormonlu notlar, örneğin bir yandan zorunlu bağış yok denilirken öte yanda velilerin zorunlu bağış yapma noktasına gelmeleri?..
Haftada üç gün çalışacak ve günlüğü 566 TL olan sigortasız temizlik görevlileri ile bu sürecin yürümeyeceği gün gibi
Eğitimin genelinde olduğu gibi yükseköğretimde büyük sıkıntılarımız olduğunu dile getirmeyenimiz yok gibi.
MEB, YÖK, ÖSYM ve rektörlere göre her şey mükemmel ama diğer paydaşlara göre her şey o kadar da toz pembe değil. Sayısal olarak müthiş yol kat ettik. Gazeteciliğe başladığımda 19 üniversitemiz vardı, şimdi 208. Öğrenci sayımız yarım milyon bile değildi şimdi 8 milyon.
Üniversiteye girmek çok zordu, şimdi çok kolay…
Medyada da benzer süreç yaşadık. Gazetelerde tiraj, televizyonlarda reyting, sosyal medyada da tık sayısı her şeyin önüne geçti.
Üniversitelerimizde ise dünya sıralaması takıntı haline geldi. Oysa derecelendirme kuruluşları, BM gibi günümüz koşullarına göre kendini yenileyemedi, kriterler de TUİK kriterleri gibi genel görünümün aynası olmaktan çoktan çıktı.
Akademik hayatımızın olmazsa olmazı haline gelen uluslararası dergilerde yayınlanan makaleler, hocalarımıza ünvan kazandırmanın ve sıralamalarda üniversiteleri yukarılara taşımanın ötesinde ne işe yaradı sorgulamak
İTÜ ve ODTÜ ülkemizin en gözde üniversitelerinden ikisiydi ama hemen her konuda kabuğuna çekilmiş durumdaydılar.
Yeni bir heyecana, motivasyona ihtiyaçları vardı, bu uzun süredir dile getiriliyordu ve rektörlerin görev sürelerinin dolması bekleniyordu. Nihayet o gün geldi ve bir süre önce üniversiteyi içine kapatan mevcut rektörlerin ikisi de değişti.
Peki yeni rektörler ne yapar?
Bunu da zaman gösterecek ama üniversitelerimizi çok uzun yıllardır yakından izleyen birisi olarak, her iki üniversitemizin de kısa sürede, çok iddialı bir şekilde yeniden “biz de varız” demeleri hiç de şaşırtıcı olmaz.
İTÜ ve ODTÜ’ye dönem dönem çok iddialı rektörler geliyor, üniversiteyi uçuruyor sonra birdenbire onlar gidiyor, yerlerine çok daha içine kapanık, odasından çıkmayan, hiçbir şeye karışmayan ve adeta o yükün ve önceki rektörlerin altında ezilen isimler geliyor.
Buna bir kez değil, çok kez şahit olduk!
Rektörlerin seçimle geldiği
En temel hukuk kavramlarından biri de “Geciken adalet, adalet değildir” şeklinde. Hukukun üstünlüğü, ancak ve ancak adil, vicdani, hukuki ve bir o kadar da hızlı olduğunda korunabilir.
LGS fen sorusu ile yaşananlar sadece eğitimi değil, hukuku da tartışılır hale getirdi ki, böylesi bir durum keşke hiç yaşanmasaydı.
Okul ve adliye gibi eğitim ve hukuk da asla tartışma konusu haline gelmemeli. Eğitimde son sözü, yargı değil MEB söylemeliydi!
Milli Eğitim Bakanları ya da MEB bürokratları, dünden bugüne ne zaman sıkıntılı bir konu ortaya çıksa, kendileri çözme yerine anında yargıya havale ediyor. Akıllarınca kendilerini sorumluluktan kurtarıyorlar. Oysa sorunun asıl müsebbibi bizzat kendileri. Sorun öğretmenlerimizde mi yoksa bu süreci yönetenlerde mi? Binlerce öğretmenimiz bu sorunun hatalı olduğunu defalarca MEB’e bildirdi ama zerre kadar ciddiye alınmadılar. Şimdi, o itirazları reddeden, o da yetmezmiş gibi “Sorunun iptaline gerek yok” diyen komisyonlara sormak gerekir:
Vicdanınız rahat mı?
Hiç ders almıyoruz
Geçmişte gerekenler yapılmadığı
Günlerdir Malatya’yı yazıyoruz. Aslında Malatya nezdinde tüm depremzede kentlerimizin sorunlarını dile getirmeye çalışıyoruz.
Öylesine büyük acılar yaşadılar ve yaşıyorlar ki yüreğimizi cız ettirdiler. Etmeye de devam ediyor.
Dahası çok daha büyük bir depremin yaşanacağına kesin gözüyle bakılan İstanbul’da oturuyoruz ve benzeri bir felaket ile her an yüz yüze gelmenin tedirginliği içerisindeyiz. Doğal felaketlere engel olamayacağımıza göre onlarla yaşamayı öğrenmemiz ve ona göre önlemler almamız gerektiğini her fırsatta dile getiriyoruz ama ne kadarımız ciddiye alıyor işte o tartışılır.
Başta Malatya ve İstanbul olmak üzere kafamızda o kadar çok sorular var ki kime sorabiliriz denildiğinde akla gelen ilk isim Murat Kurum.
Deprem denildi mi eskiden “Deprem Dede” olarak Ahmet Mete Işıkara akla gelirdi. Şimdi ise özellikle depremzede kentlerde Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ilk sırada geliyor.
İstanbul Belediye Başkanlığı için Bakanlıktan istifa etmesi depremzedeleri hem iş akışı olarak hem de manevi olarak
İçinde bulunduğumuz çağa çok fazla yakıştırma yapıldı. En öne çıkanı “Felaketler Yüzyılı!”
Salgın hastalıklar, deprem, kuraklık, kıtlık, savaşlar ve daha niceleri.
Felaketlerin biri bitiyor, bir diğeri başlıyor.
Önüne geçmek mümkün olmadığına göre onlarla yaşamayı öğrenmek zorundayız.
Peki bu yönde bir çaba var mı?
Keşke gönül rahatlığıyla evet diyebilseydik.
Keşke müfredata “Felaketlere Hazırlık” dersi koyup, yeni öğretim yılını onunla başlatsaydık…
Diğer depremzede kentler gibi Malatya da depreme hazırlıksız yakalandı. Büyük acılar yaşadı, böylesi bir felakete hiç hazır olmadığını gösterdi.
Malatya’yı gezdikçe “akıl tutulması” denilen kavramın ne anlama geldiğini en vurucu bir şekilde çok net anlıyorsunuz. Tarihçiler Bizans’ın düşmekte olduğu son günlerde, imparatorluğun geleceğinden daha çok “meleklerin dişi mi yoksa erkek mi” olduğunun tartışıldığını yazarlar ve ne zaman gündem saptırma ve detaylarda boğulma söz konusu olsa, bu tespiti hatırlatırlar.
Malatya’yı gezerken bu anekdot aklıma geldi. Malatya maddi, manevi, psikolojik çok derin yaralar almış ve onlar hâlâ kentin nasıl ayağa kaldırılacağından çok detaylarla boğuşuyorlar. Bu yüzden de ne sağlıklı bir durum tespiti yapabilmişler ne geçmişten ne de yaşananlardan ders alarak güçlü bir gelecek planlaması yapabilmişler.
Dolular hem de çok dolular ama seslerini bırakın başkalarına, kendilerine bile duyuramıyorlar. Üzerlerinde çok yönlü müthiş bir baskı var. Konuşmaktan korkmuyorlar ama anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılmaktan çekiniyorlar.
Her şeyi içlerine atıyorlar, bu yüzden de psikolojileri alt