“Eskiden şöyleydi, böyleydi” diye başlayan cümleler çok sevilmezdi. Hâlâ da öyle ama pozitif ya da negatif yönde kıyaslama yaparken hemen herkes hem de sıkça kullanmaya devam ediyor.
Nedeni de çok açık.
Farklı ve iyi bir şeyler yaptığımıza inandığımızda hemen eskiyi yerle bir edip yeniyi parlatıyoruz, yok eğer yeni söylenenlerin tam bir kandırmaca ya da hezimet olduğuna inandığımızda da “nerede o eski günler” diye başlayan cümleleri ağzımızdan hiç düşürmüyoruz…
Kıyaslama yöntemi dünya var olduğundan bugüne süregelen bir değerlendirme yöntemi. Eğitimde yerini ölçme değerlendirme aldı. Bilimle pekiştirildi. Akredite ile standart hale getirildi, evrensel kriterlerle de kim boş konuşuyor, kim gerçekleri söylüyor noktasına gelindi…
Uzun süredir devam eden tartışma var. MEB, “Hemen her alanda dünden çok daha iyi noktadayız” diyor, büyük bir çoğunluk ise sayısal anlamda belki ama diyen cümlelerle başta kalite olmak üzere hemen her fırsatta
Son yılların en az öğretmen alımları yapılıyor. Kadro dağılımları da yine hep aynı branşlara.
Bir milyon öğretmen atama bekliyor, 120 bin norm kadro açığı var, 80 bin civarında ücretli öğretmen görev yapıyor ama uzunca bir aradan sonra sadece ve sadece 15 bin öğretmen alınıyor. Branşlarında ilk 100’e giren öğretmenlerimiz bile atanamıyor! Atanmayan öğretmenler isyanda ama MEB’e göre her şey usulüne ve ihtiyaçlara uygun.
Peki öyle mi? Can-ı gönülden evet diyen kaç kişi çıkar?.. MEB başta öğretmenlerimizin sorunları olmak üzere eğitimin temel sorunlarıyla ilgileniyormuş gibi yapıyor ama maalesef yeterince ilgilenmiyor. İlgilenmediği için de hemen her konu içinden çıkılamaz hale geliyor.
Örneğin öğretmen yetiştirmede ve kariyer sisteminde kangrene dönüşen sorunlar varken o tüm dikkatini mülakata ve Öğretmen Akademisi’ne verdi. Sonuç: Daha büyük güvensizlik, daha büyük kargaşa!
İstediğimiz bu mu? Kesinlikle hayır…
Çağ değişiyor, kafa aynı!
Son yüzyıldaki gelişmeler,
En kötüsü ne biliyor musunuz? “Geleceğimiz” dediğimiz gençlerimiz, geleceğe yönelik umutlarını yitirdi.
Bir ülke için bundan daha vahim ne olabilir?
Peki, bu konuya kafa yoran var mı?
Örneğin siyaset, örneğin medya, örneğin sivil toplum örgütleri, örneğin üniversiteler, YÖK, ÖSYM, MEB ve diğer ilgili kurumlar.
Gençlerin sorunlarını kendi sorunlarıymış gibi görüp de bırakın çözmeyi, çözüm aramayı, düşünen var mı?
Olsaydı böyle mi olurdu?
Bu konuda yanılan keşke biz olsak da, gençler sadece lafta değil gerçek hayatta da hep baş tacı edilseler…
Ebeveynler bu konuda en masum olanlar.
Akıl, bilim, tecrübe ve en önemlisi de planlama günümüzün olmazsa olmazları arasında yer alıyor.
Yola çıkmadan önce minik de olsa bir araştırma yapıp hangi güzergahtan nasıl gidileceğine karar vermiyorsak her türlü maceraya açık olmalıyız.
Okul ve meslek seçerken önceden düşünmemiz ve araştırmamız gerekenleri en sona bırakırsak yine her türlü macera bizi bekliyor olacaktır.
Doğurganlık oranları dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de sorun olmaya başladı. Hadi çocuk yapın diyoruz ama sonrasını düşünen, planlayan yok gibi!
Yılda ortalama bir milyon bebek doğuyor.
12 yıllık zorunlu eğitim kapsamında arada fire olsa da bir o kadar çocuğumuz da liseyi bitiriyor.
Başvuran sayısı 3, 3.5 milyon olsa da üniversitelerin yıllık kontenjanı da yine bir milyon civarında.
Artı eksi 50, 100 bin civarında değişim olsa da son 20 yılın gidişatı bu yönde. Ve asıl can alıcı soru ve neden plan, program yapılması gerekiyor, gelin bir de ona göz atalım, hep birlikte sesli düşünelim:
Önceki gece İspanya, Portekiz ve kısmen de Fransa‘yı karanlığa boğan esrarengiz olay konusunda çok farklı senaryolar var.
Senaryo üretenler haksız da değil. Daha birkaç hafta önce izlediğimiz bir Hollywood filminin konusu tam da bu yöndeydi. FBI ajanları dünyayı karanlığa boğarak panik yaratacak olan bir aleti pazarlayanlar ile satın alanların peşindeydi. Satış öncesinde aletin çalışırlığını kontrol etmek için New York’un kademeli olarak elektriği kesiliyor, barajların kapakları açılıyordu. Deprem sonrası yaşanan felaketten daha büyük kaos ve panik söz konusuydu…
“Karanlık Gece” ile ilgili iddiaların çoğunluğu bir siber saldırıya yönelik komplo teorileri gibi gözükse de, resmi açıklamalar olayın meteorolojik olduğu yönünde. Bu konuda 10 sayfalık bir rapor hazırlayan Prof. Dr. Hamit Hancı ve Dr. Alp Aslan’ın Avrupa kaynaklarına dayanarak verdiği bilgi de yaşananların meteorolojik bir olay yönünde.
Raporun ayrıntılarını özetle paylaşacağım ama önce konuya özel bir ilgi gösteren Prof. Hancı’nın
Sanki deprem kuşağında değilmişiz gibi, sanki binlerce yıldır defalarca yerle bir olmamışız gibi, sanki olası depremlere fazlasıyla hazırmışız gibi hâlâ hamaset nutuklarının ötesine geçemiyoruz.
Olası Büyük İstanbul Depremi, sadece İstanbul için değil ülkemiz için bir “beka” sorunu ise daha neyi bekliyoruz?..
Depremle ilgili bilinen tek gerçek özellikle büyük depremlerin periyodik olarak gerçekleşmesi. İstanbul’da da her 100, 150 yılda bir büyük deprem olmuş. Bu gerçek onlarca yıldır dile getiriliyor ama bu durum ne devlet nezdinde ne de halk nezdinde bir türlü ciddiye alınmıyor.
1990’lı yıllardan itibaren söz konusu durum sürekli olarak dile getirildi. Üniversitelerin, bilim insanlarının ve sivil toplum örgütlerinin dilinde tüy bitti ama biz hâlâ olayın farkında değiliz.
Deprem sonrasında harcadığımız eforu, deprem öncesinde göstersek belki de bu felaketlerin, bu acıların çok azı yaşanacak ama hâlâ gerçeği görmemek için sabrımızın son anına kadar direniyoruz.
Doğa İstanbul’u son bir kez daha uyardı. “Kendinizle yüzleşin” dedi. Peki bu mesajı aldık mı? Keşke gönül rahatlığı ile “evet” diyor olabilseydik.
Geldiğimiz nokta ortada. Olası büyük İstanbul depremine hazır değiliz. Hem de hiç hazır değiliz.
Geçen ay 1-7 Mart tarihleri arası Deprem Haftası’ydı. Güya toplumda deprem bilincinin oluşması, deprem öncesi ve sonrası hazırlıklı olunması, deprem tehlikesinin kamuoyunun gündeminde kalması amacıyla yoğun bir şekilde kutlanacaktı!..
Peki bunu deprem riski olan kentlerimizde ve özellikle de İstanbul’da yeterince gündeme getirebildik mi? Toplumun her kesimini bu kutlamalara dahil edebildik mi? Okullarda, camilerde, iş yerlerinde, toplu ulaşım araçları ve yaşam merkezlerinde tatbikatlar gerçekleştirdik mi?
Keşke buna da gönül rahatlığı ile “evet” diyebilseydik!
Depremle nerede, hangi koşullarda yüzleşeceğimizi bilmiyoruz. Önceki gün ya okullar açık olsaydı ya daha şiddetli bir deprem olsaydı, buna ne kadar hazırdık?
Evde uyurken de yakalanabilirdik, iş
Tavuk yumurta hikâyesi hemen her konuda karşımıza çıkıyor.
Eğitimde yaşananların özeti de şu:
Çarpık eğitim sistemi mi bizi bu hale getirdi yoksa eğitim sistemini içinden çıkılamaz hale getiren bizler miyiz?
Her iki konuda da yüzlerce argüman ortaya konulabilir ve hemen herkes kendisini haklı görebilir. Can alıcı soru da şu:
Herkes haklıysa, eğitim sistemimiz neden bu halde, daha da önemlisi neden hiç kimse eğitimden memnun değil?
Her konuda olduğu gibi eğitimde de müthiş bir güven erozyonu yaşanıyor.
Atılan her adımı sorgular hale geldik.
Yapılan ya da yapılması öngörülen icraatların ne kadarı samimi ne kadarı adil ve ne kadarı liyakate dayalı? Örneğin öğretmen atamalarından, kadro dağılımından, sınavlardan, mülakattan ne kadarımız memnun?