Genlerimizde taşıdığımız özellikler nesiller boyu taşınarak kuşaktan kuşağa iletilir. Bu genetik miras bazen çok olumlu özellikleri taşır. Bazen de hiç istenmeyen hastalıkları. Yani hem bir şans hem de bir şanssızlık kaynağı olabilir. Genetik olarak şanslıysanız ne mutlu size. Ama genlerinizde sizi ileride bazı hastalıklara örneğin kalp hastalıklarına götürecek özellikler varsa da hiç üzülmeyin ancak farkında olun, önlemlerinizi iyi alın, eğer gerekiyorsa tedavinize de erkenden başlayın.
Kalp ve damar hastalıkları büyük oranda önlenebilir ve tedavisi mümkün hastalıklar grubuna girdiği halde yıllardır dünyada birinci ölüm sebebi olduğu için bilim insanları da dur durak dinlemeden bu konu üzerine yoğun çalışmalarına devam ediyor. Kalp damar hastalıklarının risk faktörleri malum. Bir kısmı değiştirilemez olsa da büyük çoğunluğunu ortadan kaldırmak ya da kontrol altına almak da mümkün. Koruyucu kardiyoloji adı altındaki bu hayat kurtarıcı yaklaşım son derecede önemlidir.
Tüm bunların yanında hep sağlıklı beslenip, spor
Dünyada salgın bitti denilene kadar iş dönüp dolaşıp yine bizim üç silahşörlere maske, mesafe, temizlik (Athos, Portos, Aramis ) ve aşıya (D’artagnan) geliyor.
Pandemi bir türlü bitmiyorsa virüs ben var olacağım diyerek ha bire kendisini yeniliyorsa biz de hiç durmadan mücadeleye devam edeceğiz demektir. Bu günlerde sık sık en son çıkan varyantın adını duyar olduk. İlk kez 24 Kasım’da Güney Afrika’da tespit edilen ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından Yunan alfabesinin on beşinci harfi olan omikron isminin verildiği bu varyant tüm dünyayı alarma geçirdi.
Yeni koronavirüs nasıl doğdu?
Virüsler genetik olarak gerçekleşen birtakım olaylarla sürekli değişim içindedirler. Bu değişimlerden virüsün genomu yani genetik materyalinde bir hata oluşması üzerine gerçekleşen ve temelde virüsü aynı bırakan nispeten hafif genetik değişikliklere mutasyon adı veriliyor. Rekombinasyon yani diğer adıyla yeniden birleşme ise eş zamanlı enfekte olan virüslerin genetik bilgi değişimi sonrasında yeni tip bir
Tıptaki adı Diabetes Mellitus olan şeker hastalığı iki çeşittir. Birincisi doğuştan olan ve hayat boyu insülin iğnesi kullanımını gerektiren insüline bağımlı diyabet ya da tip I diyabet dediğimiz türü diğeri ise sonradan ortaya çıkan ve ağızdan alınan ilaçlarla hatta yerine göre sadece diyetle tedavi edilebilen hatta önlenebilen insüline bağımlı olmayan tip II diyabet dediğimiz türüdür.
Aldığımız besinlerdeki glikozun hücre içine girip kullanılması için insülin adı verilen bir hormona ihtiyaç vardır. Bu hormon normal şartlarda karnımızda midenin arka yüzüne bakan yerde bulunan pankreas bezi tarafından salgılanır. Bazen değişik sebepler yüzünden pankreasta insülin salgılayan beta hücreleri hasar görür ve bu hormonu salgılayamaz. Buna en sık sebep otoimmündür. Yani vücudun kendi bağışıklık sistemi pankreasın beta hücrelerine saldırır ve onları harap eder. Bu harabiyet %80’in üzerine çıktığı zaman hastalık belirtileri ortaya çıkar. İnsüline bağımlı olan diyabette pankreas organı yeterli miktarda
Bugün Dünya Diş Hekimliği Günü tüm diş hekimi arkadaşlarımın gününü kutluyorum. Türkiye’de ilk Diş Hekimliği Okulu 22 Kasım 1908 tarihinde kurulmuş ve 1909 yılında fiilen eğitime başlamış. İlk mezunlarının sayısı 43 kişiden ibaretmiş. Modern diş hekimliğine ise 1933 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Diş Tebabeti Mektebi kurulması ile başlanmış. Daha sonra yenileri kurulmaya devam eden ve gittikçe sayısı artan diş hekimliği fakültelerinden de her geçen yıl yeni diş hekimlerimiz mezun olmaya devam ediyor. Diş Hekimliği Günü her yıl 22 kasım günü olarak 1996 yılından bu yana kutlanıyor. Günün anlamına uygun olarak da ağız ve diş sağlığımıza gereken önemi vermemiz gerektiği hatırlatılıyor. Sağlık için önemine dikkat çekiliyor.
Ağız ve diş bakımına önem vermek gerek
Yaşamımızı devam ettirmemiz için beslenmemiz gerekir. Bunu da doğal olarak yediğimiz besinleri sindirerek yerine getiririz. Önce ağzımızda çiğneriz sonra da yutarak diğer sindirim organlarına yollarız. Dolayısıyla sindirim ağızda başlar. Burada
Hipertansiyonun nasıl bir hastalık olduğunu, kalp ve damarlar başta olmak üzere beyin, böbrek, göz gibi önemli organlarımıza neler yapabileceğini az çok biliyoruz. Hele bir de bu hastalık çocuk denecek yaşta başladıysa bu zararlı etkileri de çok erken yaşlarda karşımıza çıkabiliyor. Oysa vaktinde teşhis yapılıp tedavisi planlanarak kontrol altına alındığında vücuda verebileceği zararları da en aza indirmek mümkün. Hatta birtakım önlemlerle hastalığın ortaya çıkışını da engellemek mümkün. Bu çok önemli konu üzerinde çalışmak üzere Hipertansiyon ve Ateroskleroz Derneği Başkanı Prof. Dr. Serap Erdine’nin Yönetim Komitesi’nde görev aldığı, Avrupa Bilim ve Teknoloji İşbirliği Derneği (COST) desteğinde HyperChildNET çalışma ağı kuruldu. Bu çalışma ağı çocuk ve gençlerde kan basıncı ve ilişkili hastalıklar konusunda, multidisipliner bir anlayış ile tanı, tedavi ve önleyici faktörler konusunda bilimsel araştırmalar yürütmekte ve koruyucu yaklaşımları, halk kitleleri ile paylaşarak farkındalık yaratmayı
Kuarsetin önemine yakın zamana kadar pek de farkına varmadığımız başta kovid-19 enfeksiyonu olmak üzere pek çok konuda faydası olan değerli bir antioksidandır.
Biz antioksidanları daha çok flavonoid adı altında bazı bitkisel besinlerde bulunan polifenolik bileşikler adı altında tanıyoruz.
Flavonoidler bu besinlere kırmızı, yeşil, turuncu, mor renklerini veriyor. Biz de bu renk farklılıklarına göre hangi bitkinin hangi antioksidanı daha çok taşıdığını ayırt edebiliyoruz. Bu antioksidanlardan kuersetin içinde bulunduğumuz kovid-19 pandemisindeki faydalı etkisi ile bugünlerde ön plana çıkıyor. Gelin bakalım neler yapıyor.
Kuersetin koronavirüsle mücadelemizde güçlü bir yardımcıdır.
Virüsün hücreye girişini ve çoğalmasını engellemedeki etkisi
Kuersetin koronavirüsler dahil daha birçok RNA ve DNA virüslerinin insan hücresine girmesini ve çoğalmasını engeller. Özellikle C vitamini ile beraber bu olumlu etkisi daha da artan kuersetin ACE2’ye bağlanma aktivitesine sahip olması nedeniyle koronavirüsün insan hücresine ACE2
Böbrek taşları büyüklüğüne, bulunduğu yere ve herhangi bir tıkanıklığa yol açıp açmadığına göre değişik derecede hasarlara yol açabilir. Bazı taşlar ise hiçbir hasara yol açmadan kendiliğinden idrar yolunu kullanarak düşer gider. Ancak tabi bu taşların tekrarlama gibi de kötü bir huyu vardır. Gelin taş olmaması için ya da tekrarlamaması için nelere dikkat etmeliyiz ya da olduğu zaman da bunun tedavisi nasıldır bir göz atalım.
Taş oluşumundan korunma yolları
“Akan su yosun tutmaz” derler atalarımız. Bu çalışkanlığın, hareketliliğin iyi geldiğini göstermek için söylenmiş çok güzel bir atasözüdür. Taş oluşumunu önlemek için de bol sıvı alıp böbrekleri bir çeşit yıkamak iyi gelir. Bu nedenle her gün belli miktarda başlıca su olmak üzere sıvı almak gerekir. Bu miktar kişiye göre, kilosuna göre, mevsime ve bulunan ortamın sıcaklığına göre, yapılan fiziksel aktiviteye göre değişir. Ne miktarda su içilmesi gerektiğini anlamanın en iyi yolu çıkarılan idrarın rengine
Vücudumuzun önemli boşaltım organları olan böbreklerde taş oluşumunun belirli ve mutlak bir nedeni yoktur. Ancak oluşumunu kolaylaştıran bir takım faktörler vardır.
Yetersiz sıvı alımı
Az su içmek böbrek taşı oluşumu için en sık bilinen sebeplerdendir. Bunu daha doğru bir ifadeyle az sıvı alımı olarak tanımlamak yerinde olur.
Sıcak iklim kuşağında yaşamak
Bu konuda yapılmış birçok çalışmalar sıcak ikimin taş oluşum sıklığını artırdığını göstermiş. Hatta kişiler bulundukları ülkeden daha sıcak iklime geçtiklerinde taş oluşturdukları gözlenmiş. Bunun sebebinin de sıcakta oluşan dehidratasyon (terleme ile sıvı kaybı) ve yetersiz sıvı alımı olduğunu ön görmek mümkündür.
Böbrekteki yapısal bozukluklar
Böbrekte idrar akımını kısıtlayan sonradan olmuş ya da doğuştan olabilen yapısal bozuklukları taş oluşumunu kolaylaştırır.
Genetik faktörler