Miki Fare Beyrut’a gitmiş. Sokakta gezerken kediye rastlamış. Kaçmaya başlamış. Tam yakalanacakken bir delik bulup sığınmış. Oturduğu yerden kedinin pençelerini görebiliyormuş. Epeyce kedinin gitmesini beklemiş.
Bir süre sonra bir havlama sesi duymuş. Kedi ortadan kaybolmuş. Miki de kafasını deliğinden uzatmış. Kimseyi görmeyince dışarı çıkmış. Çıkar çıkmaz da köşede saklanan kedinin pençesine düşmüş. Can havliyle çırpınırken sormuş:
“Ama ben bir köpek sesi duydum. Sen korkup gittin sandım.”
Havlama taklidi yaparak gülmüş kedi:
“Burası sizin Hollywood’a benzemez ufaklık... Burası Ortadoğu! Burada hayatta kalmak için çok dil bilmek zorundasın.”
* * *
Fıkrayı Ortadoğu’da büyükelçilik yapmış bir diplomattan dinledim geçenlerde...
Cuma gecesi Suriye krizini ekrandan izlerken “İyi ki Türkiye’yi stratejistler yönetmiyor” diye düşündüm.
Gece yarısı savaş baltasını kapan koşmuştu stüdyoya...
Olayın ayrıntılarını bilmeseler de, çatık kaşlar, kararlı bakışlarla keşif uçağının düşürülmesinin “casus belli” (“savaş nedeni”) sayılacağını söylüyor, “en sert tepki gösterilmesini” istiyorlardı.
Lazkiye kıyılarında Türk uçağının düşmesine sevinen Suriyelilerinkine benzer bir coşku içinde, “Yaşasın beklenen harp fırsatı çıktı” havasındaydılar.
1992’de bir Amerikan uçak gemisi, Türk Muavenet’ini kazara vurup 5 askeri şehit ettiğinde de Amerika’yla savaş istemişler miydi; hatırlamıyorum.
Ama maceraperestliklerinin, okyanus ötesine kadar gitmediğini, Suriye ile sınırlı olduğunu tahmin ediyorum.
* * *
Cübbeli Ahmet Hoca, “kadın ticareti”nden yargılanıyor. Teknik takibe alınan konuşma kayıtları mahkemede açıklanmış.
Hâkime sitem ediyor:
“Telefonda bahsettiğim kadın, ikinci karım. Haftada bir ona giderim. İlk hanım çok kıskançtır. Medyaya çıkarsa ne yapacağız bilmiyorum. Yayın yasağı da koymadınız” diyor.
İşin “Cübbeli” ve magazin boyutunu bir kenara bırakalım.
Ortada ticaret varsa başka; ama yoksa devletin özel hayatı kaydetme ve mahkemede uluorta ifşa etme hakkı var mı?
* * *
Devlet, son dönem “3 çocuk yap” kampanyasından kürtaj karşıtlığına, sezaryen kısıtlamasından gebelik takibine yatak odalarımıza destursuz daldı.
Bir:
Barışı müjdelerken, “Savaşın sonuna yaklaştık” havası yayarken hiç acele etmemek, beklentiyi yükseltmemek lazım.
Nasıl ki dizi senaristleri, finaldeki felaket öncesine en mutlu sahneleri yerleştiriyorsa, savaşın senaristleri de barışın en yakınlaştığını düşündüğümüz anda vuruyor sanki...
Şiddet, “Ben bitmedim” diye kendini hatırlatıyor.
“En başa döndük” hissiyatı, çözümü hepten geciktiriyor.
Barışın karınca evi gibi olduğunu unutmamak gerekiyor:
Kurması çok zor, yıkması küçücük bir fiskeye bakıyor.
Ne yaman çelişki:“Model ülke Türkiye”nin Başbakanı, büyüyen ülkesinin küresel ekonomideki ağırlığını kanıtlamak için Meksika’ya giderken, kendisine Urfa Cezaevi’nde yer yokluğundan nöbetleşe uyuyan tutsakların diri diri yanmasıyla ilgili sorular soruluyordu.
“Model ülke” vizyonu, “şanlı” Urfa’ya ulaşamamıştı henüz...
Oralar hâlâ “kodes ülke” düzeyinde kalmıştı.
* * *
Mahkzmların kapasite fazlalığına isyan etmesi sonucu çıkan ve 13 kişinin canına mal olan yangını vali ve bakanlık yetkilileri “mahkzmların klima kavgası”na indirgedi.
Her medeni ülkede bakanın istifasını gerektirecek bu facia, cezaevi müdürünün görevden alınmasıyla küllenmeye terk edildi.
Oysa hem Urfa Barosu’nun hem İnsan Hakları Derneği’nin hem de Meclis Cezaevi Alt Komisyonu’nun raporları, yaklaşan faciayı önceden haber vermiş, 10 kişilik koğuşlara 30 kişiyi tıkıştırmanın nasıl bir infiali hazırladığına dikkat çekmiş.
Zor soru değil mi? Geçenlerde bir röportajda bu soruyu sordular.
Eyvanları anlatarak cevapladım.
Güneydoğu’nun cehennemi sıcağından kaçanların gölgeli sığınağıdır eyvan...
Üstü ve üç tarafı kapalıdır; bir tarafı “hayat” denilen geniş iç avluya açılır.
Sofadan bakınca, karşıdaki küçük delikten azgın bir suyun çığlık çığlığa gürüldeyerek fışkırdığını görürsünüz.
Çıktığı yerden dolu dizgin çağlayarak “hayat”a akar, serinletir sizi, hayatınıza can katar. Sonra su yollarıyla geniş bir kanala sevk edilerek zapturapt altına alınır.
Kanalın sonuna doğru yokuş aşağı hızlanır.
Semra Özal, Cumhurbaşkanı Gül ile görüştüğünde muhtemelen bir Azeri’nin mektubundan söz edecek.
Semra Hanım’dan dinlediğim kadarıyla aktarayım:
Malum, Turgut Özal, Türki Cumhuriyetler gezisinde 15 Nisan 1993 Perşembe günü Elçibey’le görüştü. O gece Türkiye’ye döndü. Cumartesi de vefat etti.
Bir süre sonra bir Azeri genç, Semra Özal evde yokken gelip el yazısı bir mektup bırakmış. Kapıdaki korumaya da, “Özal’ın Elçibey’e sempatisi nedeniyle son gezisi sırasında ağır ağır tesir eden bir maddeyle zehirlendiğini, kendisinin bu zehri bildiğini” söylemiş. Kaldığı otelin adresini vermiş.
Semra Hanım eve gelir gelmez korumayı otele göndermiş, ama genç, otelde yokmuş. Sonra da sırra kadem basmış.
Mektubu, Özal’ın ölümünü soruşturan savcıya da veren Semra Hanım, eşinin Türki cumhuriyetler gezisi süresince gün be gün verilen bir zehirle öldürüldüğüne inanıyor.
* * *
İnternetteki haberin başlığı şuydu: “İşte Gülben Ergen’in bittiği an... Dehşet görüntüler!”
“Hayırdır” demeye kalmadı, işin aslı anlaşıldı.
Gülben oğluyla tatile gitmiş. Magazincilere yakalanmış.
Onlar da acımamış, “Fazla kilolarıyla dikkati çekti. Selülitli vücudunu gizleyemedi” klişesini yapıştırmış.
“Dehşet görüntüleri” böylece ortaya çıkmış...
Gülben çok haklı bir tepki gösterdi:
“Ne selülitmiş; yıllardır haber değerini yitirmedi” dedi.