Kadın örgütleri şiddete maruz kalan kadınların davalarını sadece izlemekle kalmamalı hem şiddete uğrayan kadının hem bu şiddeti uygulayan erkeğin rehabilitasyonuna destek de sunmalı
Dünya edebiyatı birlikte olamayan, olsa da sonunda daima birbirini yok eden, kendi karanlığından beslenen hastalıklı aşk hikâyeleriyle doludur. Bir tür takıntı haline dönüşen aşk hikâyelerini en iyi tanımlayan ifade de sanırım William Shakespeare’in Othello’sunda geçen “Kalbin bir örümceğin ağlarına takılıp kalmış… beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, bunu da aşk sanıyorsunuz…” sözlerinde gizli olmalı.
Gerçek hayat çok farklı değil. Berfin Özek. Sosyal medyada tanıştığı bir gençle bir süre birlikte oldu ve ayrıldılar. Kendi ifadesiyle dostça ayrıldılar. Ayrıldıkları gün birlikte fotoğraf dahi çektirdiler. Fakat bir süre sonra bu eski sevgili kendisini yeniden takıntı haline getirdi; durmadan aradı, tehditler savurdu reddedilince de genç kızın suratına asit fırlattı. Takıntılı bir “aşk” hikâyesi,
Sosyal medyada koronavirüsün manipüle edilebilmesi, giderek artan bilgi kirliliği ve ön yargılarla herkesin kendi fanusundaki bilgi paylaşımıyla “başkalaşmış” gerçeklik algısı yaratıyor
Önce bir filmden söz etmek istiyorum: 150 miligramın peşine düşen bir doktoru konu alan “Brest’in Kızı” filminden. Halen Fransa’da küçük bir taşra kasabasında yaşayan göğüs hastalıkları uzmanı Doktor Irène Frachon’ın yazdığı bir kitabı konu alan gerçek olaylardan derlenmiş “yarı belgesel” bir film. Kilo vermek için, şeker hastalarına yönelik üretilen Mediator adlı ilacı kullanan hastalarının ölümünü araştıran ve ilacın yan etkilerini ortaya çıkaran bir grup taşralı doktor, ilacın ölümcül yan etkilerini anlatmak için Paris’te düzenlenen bir toplantıya katılır. Daha otelin girişinde döner kapıyı kullanamayan taşralı doktorlar olarak, şehirli meslektaşlarının alay konusu olurlar.
İlacı piyasaya sürenler, ilacın yan etkilerini görmezden gelirler. Doktor Irène
Bir yandan virüs felaketiyle bir yandan da fırsatçılarla mücadele ediliyor. Ancak ülkede sadece fırsatçılar yok, güzel insanlar da var. İşte burada medyaya, fırsatçıları teşhir etmek kadar kendilerini riske atan meslek gruplarını da yazmak düşüyor.Bir felaketi fırsata çevirebilir misiniz? Çevirenler var. Toplumlar sadece felaketlerle karşı karşıya kalmıyor. Bu travmalardan beslenen, nemalanan, yağmacı ve fırsatçı insanlara da tanıklık ediyor.
Ekmeğin gramajını düşüren fırıncıya, en gerekli ürünü beş katına satan, stoklayan esnafa, kurumların işlemez hale gelişini fırsat bilip paranızı geri ödemeyen işletmelere, yıkıma uğrayan toplumların hassasiyetini kullanarak bunun üzerinden nasıl para kazanılacağını hesaplayan, kendi geleceğini travmalar üzerine projelendiren insanlara…
Şimdi virüs nedeniyle fırsatçılar yine işbaşında. Mesela “K. Atatürk resimli ağız maskesi. Atatürk imzalı ağız maskesi.” Bir fırsatçılık değilse nedir? Renkleri, çeşitleri var. Bazı satış sitelerinde fiyatı 33.90 lira, bazılarında da 29.90 lira,
Koronavirüsün yarattığı endişe toplumların nefret söylemlerini artırdı. Sosyal medyada binlerce paylaşımın özeti şu: “Koronayı Yahudiler buldu. Çinliler başlattı. Yaşlılar yaydı”
Binlerce insanın ölümüne neden olan koronavirüs nefret söylemi ve suçlarını da beraberinde getirdi. Neredeyse bütün ülkeler küresel soruna karşı “ortak çözüm” arayışına girerken sokaktaki bazı sıradan insanlar da sosyal medyadan nefret saçarak virüsün “sorumlularını” arıyor.
Korku, panik ve endişe derinleştikçe nefret söylemleri de arttı. Hatırlarsanız; virüsün ilk sorumlusu, ilk ortaya çıktığı yer olan Çin’di. Caddelerde, sokaklarda, restoranlarda Çinli görünce kaçışan insanlar, bir süre sonra gördükleri her yerde bu insanlara hakaret etti; yüzlerine tükürdü, otobüslerden indirdi, ülkelerini terk etmeleri, geri dönmeleri için şiddete dahi başvurdu.
Virüsün ikinci sorumlusu İsrail olarak gösterildi. Sosyal medyada virüsle
Toplumsal medya gönüllülüğü araştırmasına göre Türkiye gençleri öncelikle “çevre” diyor. Avrupa’da ise öncelikle sosyal hizmetler ve toplum medyası gençlerin ilgi alanında
Ülkeler zor bir süreçten geçiyor. Küresel çapta iklim sorunları, sınır kapılarına dayanan mülteciler, koronavirüsün yayılmasıyla pandemi tehdidinin ortaya çıkması, dünya gençlerinin toplumsal medyadaki rolünü de önemli hale getiriyor. Öyle ki, Avrupa Komisyonu ve Dışişleri Bakanlığı, Avrupa Birliği Başkanlığı, AB Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığı tarafından finanse edilen Erasmus+ projesi kapsamında yapılan çalışma gençlerin toplumsal medya gönüllülüğünü araştırdı.
Bilim ve İnsan Vakfı’nın koordinatörlüğünde Retail Center Araştırma ve Danışmanlık’ın gerçekleştirdiği araştırma, sosyal faaliyetlere katılmak isteyen gençler, sosyal açıdan dezavantajlı gençler, farklı kurumlarda görevli olan gençlik
Otistik bir delikanlıyı öldüresiye döven bir adamın kimliğinin saklı tutulması sosyal medyada tartışmalara yol açtı. Zanlının kimliğinin açıkça yazılması sanık olması ve yargı kararı sonrası mümkün hale gelecektir.
Taha Alper Behrem otizmli bir genç... Hiç tanımadığı bir adam, “kız arkadaşına laf attığı” iddiasıyla onu öldüresiye dövdü. İki buçuk metrelik merdivenlerden tekme atarak bahçeye fırlattı. İnip boğazını sıktı. Yüzünü yumrukladı. Yetmedi giriş katının demirlerine kafasını vurdu.
Behrem karşılık vermedi, şiddeti bilmediği için sadece ‘Abi ben engelliyim vurma’ diyebildi. İnsanlar toplandı. “Bırak o çocuk engelli” deseler de şahıs dövmeye devam etti…
Bu ifadeler; şiddete maruz kalan oğluna sarılarak teskin eden bir annenin görgü şahitlerinin ifadelerine dayanarak anlattıkları. Anne “Ben oğlumun ‘Abi bana vurma ben engelliyim’ sözlerine takıldım. Siz de buna takılın” diyor. Çevredekilerin müdahale etmesi üzerine şüpheli ve kız arkadaşı geldikleri
Mültecilerin oluşturduğu dehşet verici manzara ve bir mültecinin trajedisi üzerinden meseleyi ortaya koymak kolay. Önemli olan uluslararası politikaların, savaşlarla sınır kapılarına yığdığı insanlar için çözüm üretip üretmediği
Manzara dehşet vericiydi: Yerde henüz yarısı dolu bir diş macunu, biraz ilerleyince açılmamış bir süt kutusu, sağa sola atılmış battaniyeler, çocuk ayakkabısı, montu, şapkası, tencere kapağı, boş pet şişeleri, yırtılmış kimlikler...
Çalılıkların arasına saklanmış, umutla beklemiş, sonra artık bir çöp yığını haline gelmiş bütün bu eşyayı arkalarında bırakıp, kayalardan aşağı inmiş, botlara koşmuşlardı...
Onların gelecek umudunu ellerinden alan, yolun yarısında batan botlara...
Ve sular onlardan geriye kalanı, yanlarına aldıkları ne varsa hepsini tekrar kıyıya sürüklemişti.
En çok da ayakkabıları, çocukların ayakkabılarını!
Bundan birkaç yıl önce bu görüntülerin yarattığı travmayla mültecilerin durumunu Alman gazetecilerle bir araya gelerek masaya yatırmış, Yunanistan’a botlarla nasıl
Milliyet Gazetesi Fotoğraf Servisi Müdürü Bünyamin Aygün’ün “Kara Kıtanın Beyaz Çocukları” sergisinde, insanlığın nereye doğru yol aldığını kare kare izliyorsunuz...Dünyada ırkçı zihniyetin ve savaşların sonu yok gibi…
Savaşlarla bulunduğunuz coğrafyada sizin kaderinizi belirliyorlar. Kökeninize, dininize, dilinize, cinsiyetinize, cinsel tercihinize, derinizin rengine bakıyorlar. Farklı olana yönelen nefret söylemlerini, nefret suçuna dönüştürüyorlar. Kendilerine benzemeyen insanları daima ötekileştirerek yalnızlaştırıyorlar.
Mülteci olan, ayrımcılığa uğrayan, onuru çiğnenen, ezilen, aşağılanan, yok sayılan insanın ne yaşadığını hissettiğini asla bilmiyorlar.
Savaşlar ve ırkçılık üzerine yüzbinlerce sayfalık kitaplar yazabilirsiniz ama bazen de olanı biteni tek bir fotoğrafla hafızalara kazırsınız…