Her maça sıfırdan başlayarak çıkan, her türlü sonuca açık maçlar oynayan, ne önünü ne de ardını gösteren bir milli takımımız var. Teknik direktörlük koltuğunda Fatih Terim oturduğu sürece bu iş böyle gidecek gibi görünüyor. O koltukta başkaları oturduğunda işlerin daha kötü olduğunu iddia edebilirsiniz fakat ben bu tür bir milli takım istemiyorum.
Şans veya değil Hırvatistan deplasmanından puanla dönüp takip eden görece kolay iki maçtan sadece bir puan almanın akıl ve mantığa sığar bir tarafı yok. Keşke Hırvatistan’a kaybetseydik de sonraki iki maçı kazansaydık. Fakat Fatih Terim, sanki takımın başına yeni geçmiş, kadroya da birçok yeni oyuncu çağırmış gibi bu üç maçın üçüne de farklı kadrolar ve farklı dizilişler ile çıktı, bize takım içi uyumun son derece kötü olduğu kadrolar izletirdi; neden? İzlandalı futbolcular paslaşırken neredeyse gözlerini kapatacak kadar uyum içindeyken bizim oyuncularımız birbirlerinin gözlerinin içine baka baka pas hatası yaptılar. Çünkü bu oyuncular bırakın maçı, birlikte üç-dört antrenman dahi yapmamış olabilirler.
İzlanda deplasmanına “tek amaç gol yememek” parolasıyla çıkmak başlı başına bir utanç kaynağıyken bu plana rağmen devre arasına
Eğer Fenerbahçe, teknik direktörünü en azından hazırlık kampı öncesinde değiştirmiş, yeni teknik adama az da olsa takımı tanıma fırsatı vermiş ve birkaç hazırlık maçı yapabilmiş olsaydı, sarı lacivertliler için bu sezon “sıfırdan başladı” tabirini kullanabilirdik. Fakat takımın anahtarı Advokat’a neredeyse sezon başladıktan sonra verildiği için Fenerbahçe Turgay Şeren Sezonu’na sıfırdan değil “eksiden” başladı.
Hollandalı teknik adam takımın başına geçtiğinde kendi futbolcularını vasatın altında bir Fenerbahçe taraftarından daha az tanıyordu. Onun aklında sadece bazı oyuncular ile ilgili genel bilgiler ve sonrasında doğru olmadığını anlayacağı Fenerbahçeli yöneticilerin sözleri vardı: “Salih gibi çok büyük bir yeteneğimiz var, Ozan milli takımda harikalar yaratıyor, iki sene öncenin gol kralı bizde, Volkan çok iyi kaleci, e RvP de var!”
Bu şartlar altında Advokat ilk “hazırlık” maçını ligin şu anki lideri ile oynadı; sonra diğer yerli ve yabancı takımlarla. Ancak ne var ki bu hazırlık maçlarının bilinen hazırlık maçlarından ufak bir farkı vardı; zira bu maçların sonucu doğrudan sarı lacivertlilerin puan hanesine yansıyordu.
Avokat’ın birkaç maç sonra takımla ilgili ilk
Yeni Beşiktaş (yeni diyorum çünkü gelenlerin yerine başkaları geldi gibi görünse de Beşiktaş bu sene başka bir takım oldu) 3 gün arayla, kendi seyircisi önünde, hemen hemen birbirine eşit önem ve zorlukta iki maça çıktı ve gariptir bu maçların ikisinde de sahadan bir puanla ayrıldı. İşin garipliği siyah beyazlıların bu iki maçı da berabere tamamlaması değil, iki maçta da sahaya bambaşka futbolcularla çıkıp maçları berabere tamamlaması.
Galatasaray maçında sağ bekte Gökhan, orta alanda Oğuzhan, Olcay, Gökhan İnler, forvette de Cenk varken, Dinamo Kiev maçında bu oyuncular yerlerini, Bek, Taliska, Tolgay, Adriano ve Ebubekir’e bıraktı. Hatta bu maçların birinde Kuarezma’nın sağda diğerinde solda oynadığını düşünürsek iki kadro arasındaki farkın görünenden daha da fazla olduğunu söylemek mümkün. Değişen isimlerin bazılarının mecburi olduğunun farkındayım da peki ya diğerleri?
Şenol Güneş’in sezon başı bir canlı yayın röportajında transfer yapmamış olmaktan dolayı isyan ettiğini, ertesi gün “aslında öyle demek istememiştim” dediğini anımsıyorum ki bundan kısa süre sonra Beşiktaş herkesin bildiği oyuncuları kadrosuna dâhil etti. O zamanlar Güneş, muhtemelen söylediğine çok da
Finansal Fair Play (FFP) kuralları kulüplerin hayatına girdiğinden beri bir yanımız hep muhasebeci oldu. Eskiden bir futbolcu transfer edildiğinde onun maaşının ne olacağı, kulübüne ne kadar ödeneceği gibi konuları hiç düşünmezken şimdi transferleri sadece alınan oyuncunun özelliklerine göre değil aynı zamanda onun maliyetine göre değerlendirir olduk.
Hele hele bizdeki gibi kulüplerin başında, ekonomi derslerinde bilardo oynamaya gitmiş yöneticiler olunca UEFA’nın mali radarına yakalanmamız işten bile olmuyor. Beşiktaş’ın UEFA ile yaptığı o meşhur uzlaşma anlaşmasının bir maddesi de kulübün bir sezondaki giderlerinin gelirlerinden fazla olmaması gerektiğine ilişkin. Bu bağlayıcı madde nedeniyle siyah beyazlıların bir transfer yapması için öncelikle o futbolcunun maliyeti kadar gelir yaratması gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında yapılacak şey basit: kredi kartları icat olmadan önce maaşlı çalışan herkesin yaptığı gibi kalemi alıp kâğıdın bir tarafına gelirleri karşısında da giderleri yazmak ve sonucu görmek.
Beşiktaş’ın kasasına bu sezon Sosa ve Töre’den toplam 9.5 milyon avro girdi. Ayrıca bu oyuncular ile birlikte takımdan ayrılan Gomez, İsmail Köybaşı, Mustafa
Şenol Güneş’in sitem dolu, hatta isim zikrederek verdiği röportajının üzerinden çok geçmedi ki Beşiktaş kadrosuna üç çok önemli isim kattı; bu sayının transfer dönemi bitmeden beşe çıkması bekleniyor.
Bir ay geri gidersek geçen senenin şampiyonu yeni sezon öncesi kadrosundaki yedi oyuncuyu kaybetti ve bugün itibariyle kadrosuna sekiz oyuncu dâhil etti. Samir Nasri’de son anda Guardiola’nın kafa karıştırıcı bir açıklaması oldu fakat her şeye karşın bu transferin de gerçekleşmesi ve hatta bir de stoper takviyesiyle gelenlerin sayısının ona çıkması kuvvetle muhtemel.
Öncelikle bu tablo normal değil. Zira sezonu son sıralarda tamamlamış bir takım için bile fazla sayılabilecek bu değişik sayısı şampiyon ekip için haddinden çok daha fazla. Aslında biliyorum ki kimse bu işin böyle olmasını istemezdi ve aslında her şey “gidenler” nedeniyle oldu ama gelinen noktada tablo bu. Gidenlere tek tek bakıldığında hepsinin bir hikâyesi var; Gomez kiralıktı gitti (bu konuya ayrıca geleceğim), Sosa “bombalar patlıyor” dedi gitti, İsmail Köybaşı ile anlaşılamadı, Gökhan Töre İngiltere’yi istedi, Serdar ve Miloseviç gönderildi vs. Ancak Şenol Güneş’in dediği gibi, şampiyon olmuş, Şampiyonlar
Şenol Güneş canlı yayında konuştu; ortalık karıştı. Belki söyledikleri herkesin aklındaki düşüncelerdi ama bunların bir çırpıda ve her şeyden önemlisi onun tarafından söylenmesi olaya bambaşka bir boyut kazandırdı.
Şenol Hoca’nın söylediklerine geçmeden an itibariyle genel bir Beşiktaş yorumu yapmak gerekirse söylenecek ilk söz siyah beyazlıların geçen sene bıraktıkları yerde olmadıkları. Şampiyon kadronun kan kaybetmesinin yanı sıra yapılan takviyelerin yaraları kapatmaktan uzak olması her şeyden önce kadronun fiziksel gücünü aşağı çekti.
Beşiktaş’ın şampiyonluğundaki aslan payının hangi futbolcuya ait olduğu Mayıs ayından bu yana tartışılan bir konu ve benim bu konudaki görüşüm en başından beri Maryo Gomez’di. Alman golcü, Beşiktaş’ın senelerdir üzerine koyarak oluşturduğu iyi kadrosunun kaymağıydı ve takımın hem iç hem de dış görünümünü tek başına değiştiriyordu. Bu nedenle şayet Beşiktaş yönetimi son iki santrafor transferinde yaptıkları turnayı gözünden vurma işini bir kez daha başaramazsa takımın skor gücünün geçen yıla nazaran düşmesi çok güçlü bir olasılık.
Santrafordaki kaybın yanı sıra kaleci, stoper ve Sosa’nın gitmesinden sonra orta alandaki eksiklikler
Fenerbahçeliler üzgün; hem de uzun zamandır.
Yıllardır, Viyana misali Şampiyonlar Ligi’nin kapılarından dönmek, döndükçe bir dahaki sene seri başı olamamak ve seri başı olamadıkça bu büyük turnuvaya katılamamak Fenerbahçe taraftarını çok yordu.
Bu kısır döngüden çıkmanın malum iki yolu var. Ya Türkiye’de şampiyon olacaksınız ya da eleme turlarını geçeceksiniz.
Sarı lacivertlilerin Türkiye’deki durumunun taraftarını memnun etmesi mümkün değil zira yıllardır ligin üzerinde kadrolar kurulmasına; sadece Türkiye değil, Avrupa ile kıyaslandığında dahi çok önemli bütçeler ile birçok yıldız isim transfer edilmesine; tesisler ile maddi ve manevi olanakların birçok Avrupa takımına parmak ısırtmasına karşın sportif başarı bir türlü gelmiyor.
Diğer takımlar için olumsuz bir söz gibi anlaşılmasını istemem fakat Fenerbahçe’nin sahip olduğu maddi ve manevi olanaklara göre son on yılda üç değil en az beş kere şampiyon olması gerekirdi.
Avrupa’daki durum da Türkiye’dekinden çok farklı değil. Fenerbahçe’nin, 3 sezon önceki “kabul edilebilir” Arsenal yenilgisi bir tarafa, Young Boys, Şahtar Donetsk, Monako gibi kendisinden daha güçlü olmayan kadrolara elenmesini taraftarın anlaması
Fenerbahçe’nin Monako karşısında nasıl bir oyun sergileyeceğini sadece rakip teknik direktör Jardim değil tüm Fenerbahçeliler merak ediyordu. Zira ortada yeni bir diziliş, yepyeni bir savunma hattı ve hücumda geçen seneden çok farklı isimler vardı. Daha basit bir ifade ile dünkü maçta Fenerbahçe’nin geçen sezon kadrosundan sadece Hasan Ali, Kayer, Ozan, DeSouza ve her maçta oynamayan Fernandao sahadaydı. Bu açıdan takımın yarısından fazlası yeniydi ve bu yeniliğe bir de sistem değişikliği eklenince ortaya tam bilinmez bir Fenerbahçe çıktı.
Artılar
Kabul etmek gerekir ki bu “yeni” Fenerbahçe’nin performansı korkulduğu kadar kötü olmadı. Özellikle maçın ilk yarısında Salih ve Ozan’ın hazırladığı pozisyonlar yarınlar için umut, her ne kadar golde Ertuğrul ile birlikte Skertel’in hatası olsa da pahalı oyunculardan oluşturulan savunma hattı zaman içinde başarıyı yakalayacağının sinyallerini verdi. Salih’in, sarı lacivertlilerin yılardır kanayan yarasına merhem olma ışığı ve Emenike’nin Karabükspor günlerini anımsatan performansı hem gün geceki galibiyetin ana nedenleri hem de yeni Fenerbahçe’nin sevinç kaynakları oldu.
Eksiler
Fakat resimde tüm renkler parlak değildi ve en