Sinan Genim

Sinan Genim

sinan@sinangenim.com

Tüm Yazıları

Okumayı bilen ama ödüllendirilmeyen bir çocuğun hikâyesi... Jack London’un fırtınalı yaşamı, bir dönemin toplumsal yaraları ve bugün hâlâ geçerli olan sorular: Özgürlük ne? Farklı düşünene tahammül neden bu kadar zor?

Jack London’un fırtınalı yaşamı

Jack London

Okumaya ilkokul öncesi başladığımı hatırlıyorum. Çünkü bizim dönemimizde, okumayı öğrenen çocukların önlüğünün yakasına kırmızı kurdele takılırdı. Bir süre sonra sınıfta hemen herkesin yakasında kırmızı kurdele varken, benim yakama kimse bir şey takmamıştı. Bir gün öğretmenimize “Benim niçin kırmızı kurdelem yok?” diye sordum. “Sen okumayı biliyorsun, onlarsa yeni öğrendiler” dedi. Çok üzüldüm. Bazı arkadaşlarım, zor da olsa okumayı öğrendikleri için ödüllendirilirken, ben okumayı bildiğim için ödül dışı tutulmuştum.  O akşam durumu anneme anlattım ve ondan, benim yakama da kırmızı kurdele takmasını istedim. Ertesi gün önlüğümün yakasında büyük bir kırmızı kurdele vardı.

Haberin Devamı

Jack London’un fırtınalı yaşamı

Okuma alışkanlığım

İlkokul öncesinde başlayan okuma alışkanlığım artarak sürmektedir. Elime geçen hemen her şeyi merakla okurum. Eğer ilgimi çeken bir şeyse bir kenara kaldırırım. Son zamanlarda bu tür birikimim o kadar çoğaldı ki, artık neyi nereye koyduğumu bilemez oldum. 1938 yılında Ahmet Cemil’in çevirisiyle yayımlanan “Güneş Çocuğu (1912)”nun bende apayrı bir yeri vardır. Erken yaşlarda muhtemelen ilkokulun son sınıfında ya da ortaokulun ilk yılında okuduğum bu kitap benim kara gün dostum olmuştur. Canım sıkıldıkça, kasvetli bir hava beni sarınca tekrar okur, başka başka mekânlara yolculuk ederim. Bu kitap, benim Jack London ile tanışmamı sağladı. Daha sonraki yıllarda “Vahşetin Çağrısı” (1903), “Deniz Kurdu” (1904), “Beyaz Diş” (1906), “Âdem’den Önce” (1907), “Martin Eden” (1909), “Kızıl Veba” (1912) gibi çok sayıda kitabını okudum.

Jack London’un fırtınalı yaşamı

Jack London

Fok avcısı

Jack, Griffith Chaney ile Flora Wellman’ın çocuğu olarak 12 Ocak 1876 günü San Francisco’da dünyaya gelir. Babasının, evlilik dışı ilişki yaşadığı William Chaney olduğu söylenmekteyse de Chaney bunu reddeder. Annesi 1876 yılında bir İç Savaş gazisi olan John London ile evlenir. Bundan böyle Jack, “London” soyadını kullanır. Evlilik sonrası aile Oakland’a yerleşir ve ekonomik açıdan zor bir hayat sürmeye başlar. İlk öğrenimini Oakland’da tamamlayan Jack London’ı zor bir dönem beklemektedir. On yaşında çalışmaya başlar. Zaman zaman günde on iki saati bulan bu çalışmalar sırasında Oakland Halk Kütüphanesi’ne gider. Orada tanıştığı kütüphane sorumlusu Ina Coolbrith onu okumaya teşvik eder. On beş yaşında evden kaçarak Sutherland isimli bir gemiyle fok balığı avcılığına çıkar. Daha sonra bir jüt fabrikasında ve demir işletmesinde, saati on cent karşılığı çalışmaya başlar. Çok yorucu ve insanı tüketen bu çalışma sonrası işi serseriliğe vurur ve neredeyse tüm Amerika’yı dolaşır. Serserilik yaptığı gerekçesiyle Buffalo’da otuz gün hapis yatar.

Haberin Devamı

Jack London’un fırtınalı yaşamı

Jack London

Evine döndüğünde Oakland Lisesi’nde eğitimine devam eder. Bu sırada yazdığı “Typhoon off the Coast of Japan / Japon Kıyılarında Tayfun” isimli bir yazısıyla ödül alır. Lise eğitimini tamamlar mı yarım mı bırakır bilinmez. Üniversite eğitimi için para lazımdır. Tam bu sırada başlayan “Altına Hücum” dalgasına kapılarak Kanada’ya altın aramaya gider; sonuç ise büyük bir hayal kırıklığıdır. Yorgun ve beş parasız olarak geri döner. 1896 yılında üniversiteye giriş için gereken sertifika sınavlarına hazırlanır ve 1897 yılında California Üniversitesi, Berkeley’e kabul edilir. Ancak, ikinci yıl okul ücretini ödeyemediği için üniversite eğitimi yarım kalır.

Haberin Devamı

Jack London’un fırtınalı yaşamı

Meksika röportajı

Jack London, 16 Nisan 1911 günü “Collier’s” dergisinin muhabiri olarak, uzun bir süredir devam eden Meksika’daki savaşı izlemek için gönderilir. İzlenimleri gerçekten çarpıcıdır. Öylesine yazılar yazar ki, mensubu olduğu sosyalist hareketten dışlanır. Ancak, gözlemleri her ne kadar keskin olsa da gerçeği yansıtmaktadır:

“Ben kendi adıma, Madero’nun bir vatanperver mi, yoksa rüşvetçinin biri mi olduğuna karar veremiyorum; Huerta kahraman bir Kızıldereli figürü mü, yoksa aklını kaçırmış siyah bir Neron mu; Huerta, Madero’yu öldürdü mü gerçekten…

Meksika baştan aşağı ufalanıp parçalanmakta… Amerikalılar evlerinde oturup bu anarşinin liderlerince dile getirilen sloganları dinliyorlar ve onları hayallerindeki liderlerle karıştırma hatasına düşüyorlar. Sanıyorlar ki, ‘Özgürlük’, ‘Adalet’, ‘Adil Uzlaşma’ gibi terimler kendileri için ne ifade ediyorsa, o liderler için de aynı şeyi ifade etmekte.

Öyle değil oysa. Dört yüz yıllık İspanyol ve Meksika iktidarında, özgürlük, adalet ve adil uzlaşma hiç görülmemiştir. Meksika, kimsenin oy kullanmadığı bir cumhuriyettir. Burada özgürlük, sorumsuzca davranabilmek olarak anlaşılmıştır. Adalet, herkesi eşit ölçüde sömürmeye gayret etmekten ibarettir… Meksikalıların kelime haznesindeki tumturaklı, kahramanca terimleri hepsi için, durum böyledir.

Bu ‘soy’un mensupları siyaset yapıyor, bildiriler sunuyor, devrim başlatıyor yahut başkaları onlara karşı devrim yapıyor. Bu kederli, zengin topraklarda gazetecilik olarak kabul gören doğruluktan uzak tumturaklı metinler yazıyor, şirketleri maaş paralarını çalıyor; sözüm ona özgürlük, adalet, adil uzlaşma için savaşırken önüne geleni hamuduyla yutuyorlar.”

(s. 285-286)

Bu röportaj, “Collier’s” dergisinde yayımlandığında sosyalist topluluklar arasında büyük tepkiyle karşılanır. London, inancından dönmekle suçlanır. Yalnız bizim ülkemizde değil, hemen hemen her ülkede farklı düşünmenin, gerçekleri dile getirmenin bedeli ağır olmaktadır. Anladığım kadarıyla ya siyah ya da beyaz diyeceksiniz. Hayatın bize sunduğu geniş alanda dolaşmak herkese nasip olmuyor; özgür kalmak, bu geniş alanda hareket etmek bazı insanları rahatsız ediyor. Kendileri adına kullanmadıkları bu düşünce özgürlüğünün başkaları tarafından kullanılmasına tahammül edemiyor, kıskançlıkla suçlamaya başlıyorlar. Hâlbuki bu tür insanların konuşmalarının büyük bir bölümü özgürlük üzerine. Peki, istedikleri özgürlük ne? Herkesin kendileri gibi düşünmesi mi? Bu düşünce yapısını anlamakta zorlanıyorum, sanırım yaşadığım sürece de anlayamayacağım. Özgürlük; herkesin, şiddete dönüşmeyen düşüncelerini özgürce dile getirebilmesidir. Kendi gibi düşünmeyen insanları suçlayanların özgürlükten söz etmesi sizce ne kadar inandırıcıdır?

Geçen yıl yayımlanan James L. Haley’in yazdığı “The Lives of Jack London” kitabının çevirisini gördüğümde hemen aldım ve bir gecede okudum. Meksika röportajı içinde yer alan yukarıdaki satırlar ilgimi çekti ve uzun süre üzerinde düşündüm. Son günlerde yaşadığımız olaylarla benzerliği beni ürküttü ve sizlerle paylaşmak istedim. Sanırım artık kendimize bir çeki düzen vermenin zamanı geldi de geçiyor. Gençlik yıllarımda izlediğim bir oyun vardı: “Asiye Nasıl Kurtulur?” Vasıf Öngören’in yazdığı bu oyunun farklı bir versiyonunu hep birlikte izliyoruz gibi geliyor bana. Dilerim bu kez sonuç daha iyi olur.

Jack London’un yaşadığı fırtınalı hayat, 22 Kasım 1916 günü sona erer. Henüz kırk yaşındadır ve yazarlık hayatına 1900 yılında başlamıştır. On altı yılda bunca makale, röportaj ve kitap yazar. Dilerim Jack London’un çalışma azmi, hemen her şeyden şikâyet eden hepimize, özellikle de gençlerimize örnek olur.

Yüz yıllar önce Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde;

“Ancak iki türlü insan konuşmaz

Biri bilgisiz, biri dilsiz.

Dilsizin dili kilitlidir, söylemez

Bilgilinin dili de sözünü gizlemez” der.

Yıllar sonra rahmetli Uğur Mumcu ise “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” diyerek, günümüz insanın içinde bulunduğu çıkmazı dile getirir. Ne yazık ki, bilgi sahiplerinin dile getirdiği gerçekler; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan çoğunluğu hemen her konuda rahatsız etmekte.