İstanbul’un geçmişi hâlâ toprak altında gizli; efsanelerle değil, kazılarla yüzleşme zamanı geldi de geçti bile. Yedikule’den Sarayburnu’na uzanan bu şehir, kendi tarihini anlatacak müzeyi bekliyor...
Yüzyıllardır dünyanın yoğun ilgisini çeken, ülkemizin büyük bir çoğunluğunun yaşadığı ve medyanın ağırlıklı olarak yer aldığı, içinde yaşadığımız “İstanbul” hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? Zaman zaman yazılı ve görsel medyada, son zamanlarda ise özellikle sosyal medyada karşılaştığım içinde yaşadığımız şehirle ilgili yorumlar beni büyük bir hayrete düşürüyor. İnsan, içinde yaşadığı şehir hakkında bu kadar mı cahil olur?
Megaralı Grekler
Benim kuşağıma, ilkokul, ortaokul ve lisede okutulan tarih kitaplarında, İstanbul’un MÖ 660-658 yılları arasında Sarayburnu bölgesinde karaya çıkan “Megaralı Grekler” tarafından kurulduğu öğretildi. Aradan geçen yaklaşık altmış yıl boyunca, “Acaba bu söylence ne kadar doğru?” diye merak edip araştırma yapan çok az kişi oldu. Onca yılın ardından, kulaktan dolma bilgilerle birçok yönetici hâlâ bu sözleri tekrar edip övünmekte.
Yaşadığımız şehirle ilgili olarak, Homeros’un (MÖ VIII. yüzyıl) gerek “İlyada” gerekse “Odysseia” destanlarında herhangi bir bilgi bulunmaz. Ondan yaklaşık dört yüz yıl sonra “Tarihin Babası” olarak anılan yurttaşımız, Halikarnassos / Bodrum’lu Heredot (MÖ 490-425), Bosphorus yani İstanbul Boğazı’ndan söz eder, ancak o dönemde var olan şehir hakkında herhangi bir bilgi vermez.
Şehrin kuruluş tarihi konusunda bir karmaşa vardır. Antik dönem yazarlarından Eusebios ve Hieronymus MÖ 659, Miletli Hesychios MÖ 666, Herodot ise MÖ 668 tarihini vermektedir. Ayrıca Heredot, MÖ 685 yılında kurulan Kalkedon’un (Kadıköy) ardından, İstanbul’un on yedi yıl sonra kolonize edildiğini belirtir.
Byzantion
“Byzantion” isminin kökeni konusunda net bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bilge Umar, bu ismin “Luwi” kökenli olduğunu öne sürerken, Kristof Ostiv ve Niki Zupanič, “Kafkas” ya da “Etrüks” kökenli olabileceğini savunmaktadır. MÖ 511 yılında şehre giren Pers ordusunun komutanı Megabazos, şehrin Boğaz’a hâkimiyeti ile jeopolik konumuna hayran kalır ve daha önce Kadıköy’e (Kalkedon) yerleşenleri “Kör” olmakla eleştirir. Yaşlı Plinius’a göre, bu yerleşme “Caecorum Oppidum / Körler Kenti” olarak adlandırılmaktadır.
Megabazos bir askerdir; şehrin konumunu askerî açıdan değerlendirerek, su geçidi üzerindeki hâkimiyetini ön plana çıkartmaktadır. Oysa Byzantion’un kurulduğu bölge kayalık olup, çok az tarım alanına sahiptir. Tatlı su oldukça kısıtlıdır ve su ihtiyacı büyük oranda sarnıçlardan elde edilen durgun su ile karşılanmaktadır.
Buna karşın, Kurbağalıdere Vadisi denize kıyısı olmasına ek olarak derenin getirdiği tatlı suya ve bu vadinin oluşturduğu büyük tarım alanlarına sahiptir. Örneğin bölgede çok daha eski dönemlerde kurulan Fikirtepe yerleşmesi kazılarında av hayvanlarının yanı sıra hem tatlı su balıklarına hem de deniz balıklarına ait kalıntılara erişilmiştir. Sanırım bir dönem Byzantion’un kurucuları bu ilk yerleşimcilerin sahip olduğu alanlara gıptayla bakmışlardır.
Yenikapı ve Beşiktaş kazıları
Geçmişin İstanbul’u, yani günümüz Suriçi’nin çok eski tarihlerden itibaren iskân edildiğini, son yıllarda yapılan Yenikapı kazıları sayesinde öğrendik. Suriçi’nde olduğu gibi Beşiktaş’ta da günümüzden yaklaşık beş bin yıl öncesine uzanan bir prehistorik yerleşim olduğu ortaya çıktı. Muhtemelen Suriçi’nin bazı bölgelerinde de benzer erken dönem yerleşimlerine ait kalıntılar vardır; ancak günümüzdeki yoğun yapılaşma altında kalan bu kalıntılara erişmek artık imkânsız bir hâle gelmiştir.
Gelelim Byzantion’un kuruluşuna
Muhtemelen MS 150’li yıllarda yaşamış olan hemşerimiz Dionysios Byzantios, “Anaplous Bosporou / Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli bir kitap yazar. Bu kitaptaki anlatı, yüzlerce yıl sonra kaleme alınan “Bostancıbaşı Defterleri”ndeki gibi Sarayburnu’ndan başlayarak Haliç’in güney kıyısı boyunca Eyüp’e kadar uzanır. Kitabın sonraki bölümlerinde ise Haliç’in kuzey kıyısı boyunca Karadeniz’e kadar olan Boğaziçi kıyılarını anlatır. Karadeniz kıyısından başlayıp Anadolu sahili boyunca geri döner ve anlatım Kadıköy’de son bulur.
Sarayburnu
Bu kitaptaki bence en ilginç açıklama Sarayburnu bölgesinde yer alan “Athena Ekbasia Tapınağı” dolasıyla anlattıklarıdır: “Bosporos Burnu’nun biraz yukarısında Athena Ekbasia Sunağı vardır. Koloni kurucuları tam burada karaya çıkmış ve tıpkı vatanları için çarpışanlar gibi savaşmışlardı.” Elbette Dionysios Byzantios’un bu açıklamasını belli bir şüpheyle karşılamak gerekir; zira olayın üzerinden sekiz yüz yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Ancak, eski dönem insanlarının kuşaklar boyu birbirlerine aktardıkları yazılı olmayan fakat çoğu zaman gerçeklik payı taşıyan söylencelerin varlığını da göz ardı etmemek gerekir.
İskân edilmemiş bir alana yerleşiyorsanız, niçin savaşırsınız? Üstelik vatanınızı savunur gibi sert ve acımasız bir savaşa neden gerek duyulur? Geçmişe ait bu ve benzeri kayıtlara biz ikinci elden yapılan tercümeler aracılığıyla ulaşabiliyoruz. Ancak tercümeler, çeviriyi yapan kişinin inançları ve düşünce yapısı doğrultusunda bir öznellik taşıyabilir. Bu durum, bazı çevirilerin bizi yanılgıya sürüklemesine neden olabilir. Bu yüzden, mümkünse tercüme edilen metnin orijinaline ulaşmak ve doğrudan asıl nüshadan yararlanmak büyük önem taşır.
Petrus Gyllius
Yüzlerce yıl sonra, Petrus Gyllius, Dionysios Byzantios’un kitabını esas alarak yazdığı “De Bosporo Thracio / İstanbul Boğazı” isimli kitabında bu açıklamayı yorumlar. Dionysios’un “Athena Ekbasia Sunağı” olarak tarif ettiği bölgeyi “Ekbateria” yani “Karaya çıkılan yer olarak da düşünebiliriz” demektedir.
İstanbul’a ilk demiryolunun gelişi sırasında yapılan kazılarda bölgede ortaya çıkan büyük temel kalıntıları ile 1984 yılı sonrasında, şehre Anadolu Yakası’ndan su getirmek amacıyla yapılan çalışmalar esnasında rastlanan buluntuların, Yaşlı Plinius’un sözünü ettiği efsanevi “Ligos / Lykos” şehrine ait olabileceği düşünülmelidir.
Uydurulmuş söylenceler!
İçinde yaşadığımız ve tüm dünyanın büyük bir özlemle andığı bu şehir hakkında, yüzyıllar önce çeşitli nedenlerle uydurulmuş masalsı söylemleri tekrar etmek bizleri yüceltmez. Aydınlanması istenen bir toplumun, nelere malik olduğunun farkına varması gerekir. Öncelikle içinde yaşadığımız şehri tanımamız onun bin yıllar öncesine dayanan tarihi hakkında araştırmalar ve kazılar yapmamız gerekir. Ancak böyle bir çalışmanın yabancı bilim insanları tarafından yapılması ve bulunan kalıntıların onların bakış açısından değerlendirilmesi, gerçeği öğrenmek açısından sakıncalı bir yoldur. Alışılmış söylemler ve mitolojik anlatılar, çoğu zaman bazı kişilerin hakikati dile getirmesinin önünde engel teşkil edebilmektedir.
Yeni kazılar gerekir
Sarayburnu bölgesi, Gülhane Parkı ve Topkapı Sarayı’nın Marmara Denizi’ne bakan bahçeleri günümüzde yerleşim açısından boş olup, bölgede arkeolojik kazı yapmak mümkündür. Gerek demiryolu yapımı çalışmaları gerekse su getirme çalışmaları sırasında ortaya çıkan buluntuların yerleri aşağı yukarı bilinmektedir. Bu alanlarda yapılacak kazılar sonrası pek çok bilinmezin aydınlanacağı açıktır. Üstelik bu kazılarda ortaya çıkacak yapılar ve eski dönemlere ait taşınabilir objeler tüm dünyanın ilgisini çekecek; İstanbul’u gündeme taşıyacaktır. Böylesi bir çalışmayı başlatmak için gerekli her türlü imkâna sahibiz. Eksik olan tek şey ise akıldır. Akıllı insanlar geçmişi araştırır; onu yalan yanlış söylemlerle değil, elle tutulur, gözle görülür belgeler ve buluntularla değerlendirir. Unutmamak gerekir ki geçmiş, yalnızca laf olsun diye değil; gelecek oluşturmak için araştırılır ve değerlendirilir.
“Yenikapı Arkeoloji Müzesi”ne ne oldu?
Bu vesileyle, içinde yaşadığımız şehrin tarihi açısından en önemli alanlarından biri olan ve geçmişi 8.500 yıl öncesine ulaşan “Yenikapı Kazıları”nın akıbetini de merak etmekteyim. Burada yapılması planlanan ve projeleri hazırlanan “Yenikapı Arkeoloji Müzesi”ne ne oldu? Kısır çekişmeler içinde günlerimizi ziyan ediyoruz. Oysa İstanbul’un tarihini bilmek ve geleceğe taşımak açısından, Yenikapı’da İstanbul’un geçmişini anlatan kapsamlı bir müzenin yapılması şarttır. Bugün hâlâ İstanbul ve yakın çevresinin geçmişini, imparatorluk döneminde kurulmuş olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nden öğreniyoruz. Nüfusu on altı milyona ulaşan ve bir dünya şehri olan İstanbul’un, artık yeni müzelere şiddetle ihtiyacı olduğunu anlamamız gerekiyor.
Karoly Kos’un dediği gibi, “İstanbul bir şehirdir, herhangi bir şehir değil.”
Dionysios Byzantios, (Çev. Mehmet Fatih Yavuz), Boğaziçi’nde Bir Gezinti, İstanbul, 2010.