Çoğu kişi hatırlamaz ama bir zamanlar Türkiye, Irak ve İran’da Kürtçe konuşmak yasaktı. Çocuklara iki tür isim konulurdu:
Resmi daireler nezdinde kullanılmak üzere nüfusta kayıtlı Türkçe, Farsça veya Arapça ile aile ve toplum içinde geçerli Kürtçe. Suriye’yi sormayın bile. Orada Kürtler vatandaş sayılmaz; nüfusa kayıtları yapılmazdı.
Bu durumun sosyolojik ve tarihsel analizlerine kalkışmayacağım; ama sonuçlarına değinirsek, ortaya bir isyan-bastırma-daha çok isyan-daha şiddetli bastırma sarmalı çıktı. Egemen etnik çoğunluk aydınlarının, 1800’lerin sonu 1900’lerin başında bölgede hegemonya kuran Avrupa ülkelerinde pek moda olan “ulus devlet” şemasını kendi çok uluslu ülkelerinde uygulanabilir sanmaları, bölgede İran ve Irak’ta savaşların yanı sıra Türkiye’de silahlı kalkışmalardan oluşan çok kanlı bir döneme sebep oldu.
O dönemin iki hegemonu, Fransa ve İngiltere, bu kanlı tarihi istedikleri zaman müdahale etmelerine imkan verecek haritalara çevirdiler. Onların yerini alan ABD ise, ilk zamanlar çok aldırmasa da, siyonizmin Amerika ve Avrupa’yı bir ahtapot gibi sarması, dünyanın başına haritası çizilmemiş bir İsrail’in, Osmanlıdan kopartılan Filistin’in nasıl olacağı belli olmayan bir “paylaştırma” tabanında kurulmasından sonra, mevcut etnik hoşnutsuzluğu yeni bir harita çabasının temeli yaptı. Amaç, İsrail’in siyonizmin tahrif ettiği Tevrat’a uygun bir “Büyük İsrail” idi.
Bu amaç, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan ve bir asrı bulan yerleşik düzeni benimsemiş Kürtleri yeniden ayaklandırmak, iç savaşlara ve teröre sevk etme sonucunu doğurdu.
PKK ve ondan önceki örgütlü-örgütsüz silahlı-silahsız terör hareketleri, bu sonucun ülkemize yansıyan kısmıdır.
Bu perspektiften bakarsanız, PKK ve onun diğer üç ülkedeki benzerleri ve uzantılarının hiçbir zaman otantik, yerli ve gerçekten Kürdi hareketler olmadığını, Kürt halkının hukukuna hizmet amacı taşımadıklarını görürsünüz. Tabii bu ülkelerde mevcut ama geçen zaman boyunca ya reformlarla onarılan ya da bastırarak üstü örtülen etnik dertler, bu örgütler ve onları ya kuran ya da sonradan evlat edinen ABD’nin sivil ve askeri kurumları tarafından ustaca alevlendirildi.
Bu ülkelerde terör saldırıları ve iç savaşlar, gerçekte hiçbir zaman Kürtlerin, Türklerin, Farsların veya Arapların refahı, kalkınması ve hukuku için olabilecek çabalara hizmet etmedi.
Amaç daima bu ülkeleri bölmek ve ortaya İsrail’in genişlemesi için bir kalkan görevi görecek “entite” çıkartmaktı. Bu amaç, İsrail’in yayılmacı savaşlarına uygun tarzda, bölgesel savaşlarla sürdürüldü.
Ortaya akıl almaz komplolar çıktı. Söz gelimi, kendisinde ABD’ye saldırma günü bulan “İslamcı” bir hareket doğdu, ta Afganistan’dan ABD’ye savaş açtı. Sonra bu hareket, nasıl becerdiği hala muamma olan bir tarzda, Irak ve Suriye’de topraklar, Afrika’da ülkeler ele geçirdi.
ABD, bu esrarın devamı olarak (Başkan Bush’un “Endless Wars/Sonsuz savaşlar” adını verdiği) bir küresel savaş dönemi açtı.
Başkan Trump, ilk görev süresinde ‘derin ABD’nin’ neredeyse 80 yıllık bu planını benimsemedi ve çağın ABD’den beklediği liderliğin, yeni savaşlar çıkartmak değil, bütün savaşları sonlandırmak olduğunu söyledi.
Hatta Trump çok daha ileri giderek, “İslamcı” hareketleri, El Kaide ve Taliban’ı bizzat ABD başkanı ile dışişleri bakanının kurduğunu açıkladı. ABD bu İslamcı işgal hareketlerine dayanarak Irak ve Suriye’de kendisini için kullanışlı (yani etnik kökeni olmayan, bir aşirete dayanmayan) PKK’yı kullandı. Hangisi sebep, hangisi sonuçtur tartışılır; ama PKK uzantıları bir taraftan İslamcı DAEŞ’e karşı koyuyor, bir taraftan da Irak ve Suriye’yi bölerek, 80 yıllık planı uyguluyordu.
Suriye’de ve Türkiye’de, eşzamanlı ve Trump’ın yeni dönemi ile paralellik arz eden bir görüşmeler ve çağrılar yoluyla, PKK’nın silah bırakmasını sağlama ve kendisini feshetmesini sağlama çabası sürüyor. Bu çabaların ABD’nin derin hedefi ile çatıştığı açıktır.
Neden ve nasıl? Konuyu irdelemeyi sürdürelim.