Bugünlerde ABD’de, ileride ekonomi kitaplarına örnek vaka olarak geçecek nitelikte ibretlik gelişmeler yaşanıyor.
Geçtiğimiz hafta ABD Merkez Bankası (Fed), politika faizini sabit tuttu. Aynı zamanda yıl sonuna kadar iki adet çeyrek puanlık faiz indirimi öngörüsünü de korudu. Bu karardan memnun olmayan Trump ise Fed Başkanı Jerome Powell’a yönelik sert eleştirilerini yineledi. Hakaret dozunu artırarak onu “aptal” ve “hükümetteki en yıkıcı insanlardan biri” olarak tanımladı. Görevden alma niyetini ise açıkça ortaya koydu.
Trump, faizlerin düşmesi için Fed’e baskı yapıyor, çünkü attığı ve atacağı adımlar nedeniyle artacak kamu borcunun faiz yükünü azaltmayı amaçlıyor.
Politikacılar düşük faizi severler. Hatta faizlerin enflasyonun da altında seyretmesine bayılırlar. Enflasyonun altında kalan faiz oranları, yani negatif reel faizler, politik açıdan oldukça caziptir. Çünkü bu durum tüketimi artırır, borçlanmayı teşvik eder ve ekonomide geçici bir canlılık yaratır. Büyümeyi getirir. Ancak bu saadet dönemi genellikle kısa ömürlüdür.
Geçtiğimiz günlerde ünlü yatırımcı Marc Faber’in blogunda yer alan bir yazıda, enflasyon artarken yapılan faiz indirimlerinin kısa vadeli faizleri düşürürken, uzun vadeli faizleri yükselttiği vurgulanıyordu.
İşte Powell’in faiz indirim baskılarına karşı direnmesinin önemli nedenlerinden biri bu ilişkidir. Yani Fed’in şahin duruşu, uzun vadeli faizleri dengede tutmak için gerekli görülüyor. Yoksa Powell da Trump’ın istediği gibi faizleri hızla aşağı çekip, halkın ve politikacıların sevgilisi olmayı tercih edebilirdi. Bunun yerine faiz indirimi konusunda temkinli davranıyor, ihtiyatlı bir çizgi izlemeyi tercih ediyor.
Buradaki altı çizilmesi gereken kilit kavram, reel faiz. Kritik olan nokta faizlerin aynı dönemde gerçekleşen enflasyon oranından düşük olması halidir. Yani negatif reel faiz durumudur.
Negatif reel faiz ekonomideki tasarruf ve harcama tercihlerini değiştirir. Birikimlerinin enflasyon karşısında erdiğini hisseden tasarruf sahiplerini arayışa iter. Kimi dövize ya da altına kayar; kimi hisse senetlerine. Kimi ise parayı tutmak yerine harcamaya yönelir. Tüketim canlanır; enflasyon daha da artar; kısır bir döngüye girilir.
Bu nedenle merkez bankalarının faiz indirim süreçlerinde çok dikkatli davranması gerekir. Nitekim geçmişte basiretli merkez bankalarının büyük çoğunluğu da bu şekilde davranmıştır. Öte yandan bazı ülkeler, içinde bulundukları ekonomik zorluklardan çıkabilmek için bilinçli olarak negatif reel faiz politikalarına yönelmişlerdir.
2008 krizinden sonra Japonya, Danimarka, İsviçre, İsveç ve Euro bölgesi gibi birçok ülke reel negatif faiz uyguladılar. Hatta bazı ülkeler, reel negatif faizin ötesine geçip nominal olarak da negatif faiz uyguladı. Örneğin İsviçre ve Danimarka, para birimlerinin aşırı değer kazanmasını önlemek amacıyla bu yola başvurdu. Japonya ise 1991’de girdiği durgunluktan çıkabilmek için yıllarca bu politikayı sürdürdü. Ancak bu ülkelerin ortak noktası, negatif reel faizin uygulandığı dönemde enflasyon oranlarının sıfıra yakın, hatta negatif olmasıydı.
Biz ise benzer bir politikayı, enflasyonun yüzde 15–20 seviyelerinde seyrettiği bir dönemde uyguladık. Sonuç mu? Enflasyon patladı ve yüzde 80’in üzerine çıktı. Aradan geçen zamana rağmen hala da başladığımız seviyeye dönebilmiş değiliz.
Şu ana kadarki birçok örnek, yüksek enflasyon söz konusuyken uygulanan negatif reel faiz politikalarının, enflasyonu sadece arttırmakla kalmayıp zamanla hiper ve inatçı enflasyona dönüştürebildiğini gösteriyor.
Bu nedenle, Fed örneğinde olduğu gibi merkez bankalarının popülist talepler yerine verilere ve ekonominin gerçeklerine göre hareket etmeleri, sadece bugünü değil geleceği de güvence altına almak adına son derece kritiktir.
Onun için belki de bu yazının başlığı “Trump-Powell çatışmasından çıkarılacak dersler” olmalıydı.