Kraliçe Marie Antoinette, ünlü sözü “Bırakın pasta yesinler!” ile kraliyetinin kaygısız yaşam tarzını özetliyordu. Kocası, 15. Louis, bu felsefeyi bir adım öteye taşıdı:
“Apres moi, le deluge” (Benden sonra tufan).
Bir kral (veya demokratik bir lider), kendisinden sonra ülkesinin yok olmasını dilemeyeceğine göre, bu söz, bugüne kadar yorumlandığı üzere bir şımarıklığın ifadesi midir? Yoksa uluslararası ilişkilerdeki realist kuramın, hem de Offensive Realism (Saldırgan Gerçekçilik) denen versiyonuna uygun bir beklenti midir?
Bu soruyu tartışmak için belki henüz erken; belki de bu yazı, bu soruyu irdelemek için bir gün geç kalmış bir yazıdır. Çünkü ABD derin devleti ve onu temsilen demokratik şekilde görevdeki son 60 günü geçirmekte olan Başkan Joe Biden’ın verdiği pası, Ukrayna’nın hala ne yapmak istediğini kimsenin çözemediği başkanı Volodimir Zelenskiy, Rusya lideri Vladimir Putin’in kalesine gönderdi.
Biden, Ukrayna’ya bir yıl önce vermiş olduğu 300
Gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Özay Şendir’in 15 Kasım tarihli Trump ve bakanlarını değerlendiren yazısında, ders niteliğinde bir hüküm vardı. Şendir üstadımız, ülkemize nereden bulaştığı belli olmayan “Trumseverlik” salgınına karşı argümanları sıraladıktan sonra, “Kimilerinin çok savunduğu mal bu işte...” diyordu.
“Mal” emtia anlamına!
Trump’ın yönetim üyelerini seçerken gösterdiği tutuma New York Times editörleri anlamı bol “frenetic” kelimesini yakıştırıyorlar: çılgınca, telaşlı, korkudan aklını kaybetmiş gibi. Öyle ya, hakkında 18 yaşından küçük kişilerle cinsel ilişki iddiasından soruşturma yapılan kişiyi Adalet Bakanı, “Beynimin yarısını kurtlar yedi!” diyen ama beyninde kurtların yediği bir bölüm bulunmayan aşı düşmanı kişiyi Sağlık Bakanı, eski başkan Obama’nın 2015’te ABD’nin Baltimore kentinde bir camide yaptığı konuşmayı kınarken, bütün İslam’ı ve Müslüman ülkeleri suçlamaktan çekinmemiş kişiyi Dışişleri Bakanı atamak,
ABD derin devletinin 11 Eylül 2001 saldırılarını vesile bilerek yürürlüğe soktuğu iki plan var: Önce Rusya Federasyonu’nu parçalayarak Çin’deki rejime son vermek ve Ortadoğu’da yarım kalmış haritayı yeniden çizmek. Bu kadar resmi ifadeleri bir kenara bırakıp basite indirirsek, bu iki planı Moskova-Pekin yolunu açmak ve ‘Teröristan’ı kurmak diye özetleyebiliriz.
Bu iki planı ABD derin devletine (ki askeri amaçlı sanayi kuruluşlarının sahip ve tepe yöneticileri, bakanlık müsteşarları, hukuki-dini kurumlarda oluşturulmuş Mason-Siyon-Evanjelist aydın ittifakına kısaca bu isim veriliyor) öneren ve kabul ettiren, demokratik geçmişine saldırgan milliyetçilik boyutu eklemiş olan bir avuç insandır. Bunlara da kısaca Yeni Muhafazakarlar (Neoconservatism veya NeoCon’lar) deniyor.
Akademik bir tartışma açmadan ama komplo teorisi suçlamalarına da maruz kalmadan, bu tanımlamanın gerçekliğine kısaca işaret etmek isterim: Yeni Muhafazakarlık, 1960’larda giderek pasifleşen Amerikan Demokratlarına öfke, hızla büyüyen
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959’da ortaklık başvurusunda bulundu. 1968 yılında Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’nun dersinde hazırladığım yıl sonu ödevinde, “AET’ye başvurumuzun üzerinden 10 yıl geçti; hala bir cevap bekliyoruz” diye yazdığımı hatırlıyorum. Fahir hoca, bu cümlenin yanına bir ok çekip, ucuna, “Daha çok beklersin!” yazmıştı. Ciddiyetiyle sadece öğrencileri değil, oturduğumuz sıraları bile titreten hocanın bu “şerh”i o kadar olağandışıydı ki, o tarihte asistanı olan Prof. Oral Sander anı olarak saklamak üzere benden almıştı.
Ama güncel konumuz, AB’nin bizi, başbakan rahmetli Adnan Menderes’ten bu yana bütün hükumetlerimizi, bütün milleti oyalayan bu tavrı değil; konumuz AB’nin Kıbrıs Türklerine karşı hafta başında yayınladığı haddini aşan, ölçüsüz, küstah, saygısız bildirisi. Bildiri, AB’nin Dışişleri ve Savunma Politikaları Yüksek Temsilcisi (birliğin bakanlar kurulu sayılan Avrupa
ABD başkanı, yılların verdiği deneyimle, edinimleri ve kazanımları ile saygı uyandıran, siyasal kararlarının geçmişi ile herkese güven veren bir kişi… Olamadı.
Trump böyle birisi değil çünkü. İlk görev süresinde popülist uygulamalar ile ABD’yi dünyaya yön veren bir süper güç olmaktan çıkartmıştı. Evet, bir ilkesi var: Her şeyden önce Amerika! Bu ilke ile Meksika’dan gelen ucuz iş gücüne duvar ördü; Çin’den yapılan ithalata yüzde 100 gümrük vergisi koydu. NATO’nun Avrupalı üyelerine “Ya savunma paylarınızı arttırırsınız, ya da Putin’e yem olursunuz!” dedi. Bunları alt alta koyduğunuz zaman ortaya ülkesinin, halkının çıkarını ön planda tutan bir lider imajı çıkmıyor değil. Ama bunlar, gazete manşetlerine, TV’lerin akşam haberlerine çıkan, iş dönüşü, her gün artan fiyatlarla mücadele edilmesi, maaşların enflasyonun karşısında erimesine çare bulunması beklentisiyle TV’sini açan Amerikalı orta gelir grubuna çok iyi
Amerika’da bugün seçim var... Bir tarihte “Sadece ABD’nin değil tüm dünyanın başkanı” denilen kişi seçiliyor. Ama görünen o ki, 5 Ocak’ta göreve başlayacak bu kişi, “tüm dünya” şöyle dursun, “tüm Amerika” tarafından başkan olarak tanınmayabilir.
Trump, 4 yıl önce oynadığı “demokratik darbe” yöntemini tekrar oynamaya hazır. Bu yöntemin adı “contingent election” (koşullu seçim) ve ABD tarihinde bugüne kadar sadece üç kez, 1801, 1825 ve 1837’de uygulanmış.
Biliyorsunuz, ABD’de başkan ve yardımcısı iki dereceli seçimle belirleniyor. Halk, kime oy vereceğini açıklamış “ikinci seçmenleri” seçiyor. Gerçi bugün yapılan ve sonuçları ancak yarın alınacak olan oy verme işleminde en çok oyu alan aday belirlendi; ama yine de ikinci seçmenler kurulu, 17-25 Aralık arasında eyaletlerinde toplanacak, “usulen” bir oylama yapacak ve alacakları sonuç, aynı zamanda Senato Başkanı olan Başkan Yardımcısı
Suriye lideri Beşar Esad da rahmetli babası gibi uluslararası diplomasi dehasıdır ya! Baba Hafız Esad, ABD eski başkanı Clinton ile gizlice görüşüp, kendisini 1994’te Şam’a getirtmeyi başarmıştı. Gerçi bu ziyaret, Suriye ile İsrail’in arasını bulma amacını taşıyordu ve daha sonra Clinton’ın “Gitmeseymişim de olurmuş!” diye özetlediği bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama baba-oğul Esad’lar Sovyetler Birliği dağıldıktan, ABD’nin Irak’ı işgal ve tarumar etmesinden sonra, Washington’la hep iyi ilişkiler kurmaya çaba gösterdiler. Beşar Esad, Irak Şam İslam Devleti’ne (DAEŞ) karşı harekatında ABD’ye yardımcı olmak amacıyla, Amerikan ordusunun ülkesinin üçte birini işgal edip, orada bir fiili özerk Kürdistan bölgesi (Rojava) kurmasına bile razı olmuştu. Beşar Esad’ın bu yanlış hamledeki gerçek amacı, Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de esen özgürlük rüzgarlarını bastırmak ve muhalefete karşı ABD’nin desteğini kazanmaktı. Ama İsrail ve Amerikalı müttefikleri Neoconlar,
İran’ın yüksek perdeden “misillemenin misillemesine misilleme” (!) çağrısına aldırmamak lazım; çünkü İsrail, 200 roketin intikamını “düzinelerle uçak” ile alarak, hedef olarak nükleer tesisleri değil radar tesislerini seçerek, kısasa kısas yapmadı.
Çünkü ABD seçimlerine sadece bir hafta kala, İsrail arkasında binlerce ölü, atacağı bombaların radyasyonuyla Türkiye’den Irak’a, Azerbaycan’dan Ermenistan’a, Pakistan’dan Türkmenistan’a 387 milyon insanı ölüm ve hastalık tehlikesinde bırakacak bir nükleer yöntem tercih etmiş olsaydı, bunun zararını Netanyahu’dan çok ABD başkan adaylarından Cumhuriyetçi Donald Trump görürdü.
Kamuoyu yoklamaları, Trump’ın Demokrat aday Kamala Harris’ten sadece yüzde 2 önde olduğunu gösteriyor. Amerikan seçmeni, Cumhuriyetçilerin geleneksel olarak İsrail yanlısı, Demokratların da hala “iki devletli çözüm” fikrini savunduklarını bilir. Gerçi, Demokrat başkan Joe