Hatay, daha düne kadar ülke tarımı açısından eşsiz bir vaha olarak anılırdı. Limonlar daha toplanmamışken, ağaçların çiçeklenmesi verim kaybı demek. Birkaç hafta sonra başlayacak kayısı hasadı için de benzer endişeler söz konusu
Normalde baharın gelişini kutluyor olacaktık bugünlerde. Ovalarda rengârenk çiçeklerin yeşermesine sevinip, tabiatın uyanışını selamlayacaktık. Ama olmadı! Deprem, bu yıl baharımızı kışa çevirdi. Bereketli ovalarda şimdi hem derin bir yas hem de belirsizlik hâkim. Deprem bölgesinde tarım büyük darbe aldı. Hasat ve ekimler ertelendi. Hatay’ın Arsuz ilçesindeki limon bahçelerinde dalda kalan limonlar, artık yerlere dökülüyor. İlçedeki çiftçiler, maydanozları hasat edecek işçi bulamıyor. Birkaç hafta sonra başlayacak kayısı hasadı için de benzer endişeler söz konusu.
Oysaki Hatay, daha düne kadar ülke tarımı açısından eşsiz bir vaha olarak anılırdı. Ilıman ikliminden dolayı Türkiye’nin erkenci meyve ve sebzesi hep oradan pazarlara ulaşırdı.
22 Mart Dünya Su Günü bu yıl ciddi endişelerle geliyor. 2040’lı yıllarda yaşanması beklenen su fakirliği senaryoları, bugün gerçeğe dönüşmek üzere
Deprem felaketiyle sarsıldık ve birkaç gün önce de Adıyaman ile Şanlıurfa’yı depremden sonra sel felaketi vurdu. Maalesef bir felaket daha kapımızda; kuraklık ve susuzluk! Bu yıl kış yağışlarındaki belirgin azalmayla birlikte Marmara ve İç Anadolu bölgeleri başta olmak üzere barajlar kritik seviyeye ulaştı. İstanbul’da durumu şimdilik Melen Çayı kurtarıyor. Kocaeli’de kuruyan baraja günlerdir Sapanca’dan su takviye ediliyor. Bursa’da ise Nilüfer Barajı tamamen kurudu. Ankara, İzmir, Kayseri ve Konya’da da susuzluk riski söz konusu. Bu olumsuz tabloyu tersine çevirebilmek için tek beklentimiz; etkili bahar yağışları. Ancak karşı karşıya olduğumuz küresel iklim değişikliği, bu ihtimali de azaltıyor.
Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün güncellediği kuraklık haritası, içinde bulunduğumuz “kara tablo”yu net bir şekilde
11 kentimizde depremin yol açtığı devasa enkaz nedeniyle betonarme binalar sorgulanıyor. Oysa unuttuğumuz ahşap malzeme, çelik iskelet, sıkılaştırılmış toprak gibi pek çok yöntemle depreme dayanıklı yapılar inşa etmek mümkün. Hatta kendi evimizi bile yapabiliriz.
Yaşadığımız son deprem faciasında, hem bina yapımında hem de malzeme seçiminde ciddi hatalar yaptığımız gerçeğiyle bir kez daha yüzleştik. 1999 yıkımına ve on binlerce ölüme karşın, depreme dayanıklı yapılaşmada hiçbir mesafe kat edemediğimizi, çok acı bir şekilde tecrübe ediyoruz. Ne değişen yönetmelikler ne gelişen teknoloji ne de bilimsel uyarılar, güvenli yaşam alanları kurmamıza yetiyor. Maalesef, tonlarca ağırlıktaki kolon ve kirişlerin altında ezilerek ölmekten kurtulamıyoruz. Hâlâ fay hatlarının üzerine 8-10 katlı betonarme binalar inşa ediyor ve bu binalarda korka korka güvensiz bir yaşam sürüyoruz. Ve nedense kimse, hemen her depremde yıkılmamıza karşın, betonarme yapılarda bu kadar ısrarcı olmamızı sorgulamıyor! Neden kentlerimizi bu kadar betona boğduk? Neden deprem
Büyük yıkıma yol açan depremin enkazı da devasa boyutlarda; enkazın ardında bıraktığı en büyük tehdit ise asbest. Ekiplerle, enkazın taşınıp döküldüğü alanlarda yaşayanların alması gereken önlemler var.
Yaşadığımız yıkıcı depremin ardından enkaz kaldırma işlemlerinin başlamasıyla depremin yaşandığı kentlerin döküm alanlarında enkaz dağları oluşuyor. Enkazın toplamda 200 milyon tonu bulacağı öngörülüyor. ABD’nin New York şehrindeki Manhattan adasından bile daha büyük bir enkazla karşı karşıyayız. Enkazın ardında bıraktığı en büyük tehdit ise asbest. Özellikle eski yapılarda kullanılan birçok yapı malzemesi, kanserojen asbest lifleri barındırıyor. Bu liflerin önemli bir bölümü de depremde binaların yıkılmasıyla doğaya karıştı. Tabii bunu önlemek mümkün değil. Ama hem enkazda yürütülen arama kurtarma çalışmaları esnasında hem de enkaz kaldırma aşamasında asbest maruziyetine karşı çok ciddi önlemlerin alınması gerekiyor.
Arama kurtarma ekiplerinin enkaz başında çoğunlukla maske kullanmadığını
Hatay’daki deneysel bir karbon lifli güçlendirme çalışması yapılan 8 katlı bir yapı 3 depremde de ayakta kaldı. 16 yıl önce İTÜ’de geliştirilen karbon elyafla güçlendirme yönteminin yapıyı deprem yüküne karşı 15 kat daha dayanıklı kıldığı deneylerle ortaya konmuş.
Yıl 2007. Büyük Marmara depreminin yaraları henüz yeni yeni sarılıyorken, İTÜ’de bir toplantı vardı. Toplantıda, üniversitenin Yapı ve Deprem Mühendisliği Laboratuvarı’nda uzun süredir test edilen bir bina güçlendirme yöntemi kamuoyuna tanıtıldı. Yöntem, karbon elyaf liflerinin yapının zayıf görülen bölümlerine yapıştırılarak sarılmasına dayanıyordu. Böylelikle deprem anında binanın duvar ve taşıyıcı bölümlerinin dayanıklılığı artırılıyor ve sarsıntıda binanın göçme riski ciddi oranda azaltılabiliyordu.
Karbon lifli güçlendirmeyle deprem yönetmeliği öncesi yapılan birçok riskli binada, göçmenin önlenebileceği bizzat, dönemin rektörü Prof. Dr. Faruk Karadoğan tarafından
Büyük felaketten sonra enkaz altından sağ çıkarılan canlar, hayatın sürdüğüne işaret eden bir teselliydi. Ancak, hastalık ve salgına yol açmaması için, enkazların doğru şekilde bertaraf edilmesi gerektiğini söyleyen uzmanların uyarılarına kulak vermek gerekiyor.
Deprem felaketinde tek tesellimiz, yıkılan binaların enkazından kurtarılan hayatlar oldu. Günlerdir hepimizi acıya boğan o enkazlar, şimdi yavaş yavaş kaldırılıyor. Acı ise öyle kolay kolay kalkacak gibi değil! Bu kez ateş, sadece düştüğü yeri değil, tüm Türkiye’yi yaktı çünkü. Son 2 haftadır her hanede deprem var. Temennimiz böylesi felaketleri tekrar yaşamamak. Bunun için gerekli önlemleri önceden almamız gerekiyor. Hem de enkaz kaldırma sürecinden başlayarak. Çünkü uzmanlar, enkazın doğru şekilde bertaraf edilmemesi halinde, hastalık ve salgınlar nedeniyle yeni kayıpların yaşanabileceği uyarısında bulunuyor.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Çevre Koruma Teknolojileri Bölümü’nden Dr. Yasin İlemin, yıkılan binalardan ortaya
Antakya, Elbistan, Malatya... Verimli tarım ovasına inşa edilen yüzlerce bina şimdi enkaz halinde. Oysaki birkaç ay önce hazırlanan raporda, bu bölgelerdeki yapılaşmaların alüvyon tabanlı, sıvılaşma riski taşıyan tarım arazilerine yapıldığına dikkat çekilmişti.
Evet, karada yaşanan en şiddetli sarsıntıları yaşadık. Evet, arka arkaya iki büyük deprem geniş bir coğrafyayı etkiledi. Ama biliyoruz ki, şehirlerimiz doğru yerde gelişseydi böylesine büyük bir yıkım yaşamazdık. Fay hattının üzerine 8-10 ve daha çok katlı binalar inşa etmeseydik binlerce enkaz yığınıyla karşılaşmazdık. Alüvyon tabanlı verimli tarım ovalarını imara açmasaydık, göğsümüzü sıkıştıran bu acılara katlanmak zorunda kalmazdık. Henüz 2 yıl önceki İzmir depremi mesela! 117 insanımızı yitirdiğimiz depremde yıkılan binaların, sulak bostanlara inşa edildiği ortaya çıkmamış mıydı? Yıkılan binayı yapanlar bile, zeminin yürürken titrediğini anlatmıştı. Bu tespitler o dönem hep yazıldı, uzmanlar anlattı. Ama maalesef hiçbir şey değişmedi. Ve benzer bir zemin, bugün daha
Şehirden köye âdeta bir göç yaşanıyor. Ve bu tersine bir göç değil; aksine şehrin kaotik yaşamı içinde yoğrulanlar, birden yorulduklarının farkına vardılar ve kırsal yaşam içinde çeşitli girişimler kurarak, başka bir hayata adım attılar. Bunlardan biri de keçi çobanlığına soyunan bir avukat
"Çobana kız bile vermezler' diye köyleri boşaltıp, büyükşehirlerde yaşam mücadelesine tutuştuk ama özellikle pandemi sonrası köylere yönelik ilgi, iyiden iyiye artmaya başladı. Artık kırsalda tarım ve hayvancılık girişimi kurmak, oldukça popüler. Sosyal medyada birbiri ardına gördüğümüz, 'Başka bir hayat mümkün' dedirten profiller de bunun en somut kanıtı. O profillerden biri de avukat Umut Çakır'a ait.
Çakır, dava dosyaları, mahkeme koridorları, duruşmalar ve kent koşuşturmacasını erteleyip, bambaşka bir yaşama yelken açan şehirlilerden. Aslında köyde doğduğu için şehre de pek alışamamış. Çocukluğunun geçtiği Tokat'ın köyünden üniversite eğitimi için geldiği İstanbul, yıllar