İzmir’den Ali geldi, evde bir bayram havası. Ali bizim ailenin ‘Küçük Prens’i. Beş çocuk dünyaya getirip, en az 10 torun hayali kuran annemin tek torunla yetinmek zorunda kaldığı hayatının tesellisi. Ben en büyük teyzeyim. Tatillerde İstanbul’a geldiğinde 11 yaşındaki Ali’nin kütür sanat kontenjanından teyzesi. Müzelerden hoşlanmıyor, tiyatroya burun kıvırıyor. Sergi gezmeyi reddediyor. Sadece tarih kitapları ilgisini çekiyor. 1.5 saat Birinci Dünya Savaşı’nı anlatabiliyor mesela. “Hitler ressam olsaydı, o kötülükleri yapamazdı” gibi yorumları var daha bu yaşta. Bir ara küçük İlber Ortaylı gözüyle baktık sevindik. Ama yaşı ilerledikçe ilgi alanları sürekli değişiyor.
Müzik ve sinemayla arası iyi. Annesi Merve’yle ilgisini çeken konularda bol bol film izliyorlar. Hâl böyle olunca, kendisine sunduğum onca seçenek arasından, vizyonda büyük ses getiren, şu an en popüler çocuk filmi olan “Ters Yüz 2”ye gitmek konusunda anlaşabildik sadece. Koca bir
Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği’nin desteklediği, Eurasia Partnership Foundation’ın finanse ettiği Uluslararası Yazarlık ve Gazetecilik Kampı’ndaydım. Ermenistan’ın başkenti Erivan’da gerçekleşen, üniversite öğrencisi gençlere yönelik kampın düzenleyicileri iki edebiyat kahramanı kadın: ARI Literature Foundation’ın kurucusu Arevik Ashkharoyan ve Türkiye’den Kalem Kültür’ün kurucusu Nermin Mollaoğlu. Eğitmen olarak yazar Aslı Perker ile birlikte katıldık kampa.
Ashkharoyan hayallerinin ürünü olan bu projeyi 2015 yılında komşu ülkelerin birbirleriyle diyalog kurmalarının öneminden hareketle hazırlamış. Kampa katılan öğrenciler arasından çok ünlü yazarlar çıkacağından emin: “Kimbilir öyle kitaplar yazacaklar ki, belki de bu kitaplar kendi hükümetlerinin birbirleriyle ilgili anlaşmazlıklarını yeniden gözden geçirmelerine neden olacak”.
20 yıldır yayıncılık sektöründe olan Nermin Mollaoğlu ise “Birbirini tanımadan, diyalog ortamı olmadan o herkesin kocaman puntolarla
Sıcak mı sıcak, temmuzun sahnesini çalmış bir haziran. Atatürk Kültür Merkezi Tiyatro Salonu’ndayım. Az sonra Şef Neyzen Özsarı’nın yöneteceği Netsanat Orkestrası’ndan “Türkan Şoray’ın Sonsuz Senfonisi” adlı konseri izleyeceğim.
“Mavi Eşarp” ve “Çılgınlar” filmlerinin müzikleriyle başlıyor konser. Arkadaki dev barkovizyonda dönen filmlerden kareler eşliğinde. Ardından orkestra, müziğini Cahit Berkay’ın bestelediği “Selvi Boylum Al Yazmalım”a geçiyor. İlk notalarla birlikte büyük bir alkış tufanı kopuyor salonda. “Sevgi emektir”i bize öğreten güzel Asya’nın İlyas ve Cemşit arasında seçim yaptığı o unutulmaz sahneden görüntülere odaklanmışken arkadaki perde aralanıyor ve Türkan Şoray çıkıyor sahneye. O ilerlerken bütün seyirci ve orkestra üyeleri bir anda ayağa kalkıp dakikalarca alkışlıyor al yazmalısını. Heyecanının titrettiği sesiyle ve bütün zarafetiyle şöyle diyor: “Bu gecenin güzelliğini sinemaya borçluyum,
Kurtuluş Savaşı biter, Cumhuriyet ilan edilir. Sırada ekonomik ve sosyal sorunlar vardır. En önemli ihtiyaçlardan biri de milli bankacılık sisteminin oluşturulmasıdır. Atatürk bir gün kayınpederi Uşşakizade Muammer Bey’in İzmir’deki evinde bulunan çalışma odasında Celâl Bayar’la uzun bir görüşme yapar. Bayar görüşmenin sonunda dışarı çıkıp Latife Hanım, kız kardeşi Vecihe Hanım ve Muammer Bey’in olduğu odaya geçer. Bayar ve Uşşakizade, Atatürk’ün 250 bin TL’sini nasıl değerlendirmesi gerektiği konusunda konuşmaya başlarlar. Muammer Bey, ithalat ve ihracat işlerini yapacak bir şirketin kurulmasını önerir. Bayar, bankacılık faaliyetinin de tıpkı ithalat ve ihracat gibi yabancıların elinde olduğunu hatırlatarak bir banka kurulmasının önemine dikkat çeker. Sonunda fikir birliğine varılır ve banka kurulmasına karar verilir. Bâkir ekonomik sahalarda iş yapacak, yatırımları finanse edecek ve her şeyi ile Türk olacak bu bankanın ismi Türkiye İş Bankası olur. Nasıl değerlendirelim diye düşünülen Atatürk’ün 250 bin
Boşluk duygusunu en fazla dert edinen varoluşçu psikologlardan biri olan Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” adlı kitabında kendi klinik deneyimlerine ve meslektaşlarının gözlemlerine dayanarak 20. YY’ın ortasında bireyin esas probleminin ‘boşluk’ olduğunu söyler. Bugün 21. YY’ın ilk çeyreğini bitirmek üzereyken May’in saptaması hâlâ geçerli.
Peki nedir bu boşluk duygusu? Yine aynı kitapta May “Boşluk hissi kaynağını bireyin yaşamıyla ilgili hiçbir şey yapamayacak kadar kendisini güçsüz bulmasından alır” diyor ve şöyle devam ediyor: “Birey kendine karşı şartlanır; kendi geleceğini yönlendiremeyeceğine inanır öncelikle. Ne başkalarının davranışları ne etrafındaki dünya ne de kendi hayatı kontrolü dahilinde değildir onun kafasında. En sonunda isteklerinin ve arzularının önemi kalmaz ve her şeyden vazgeçer. Kayıtsızlık ve duygusuzluk, aslında endişelere karşı oluşturulmuş bir savunma mekanizmasıdır.”
Boşluk, doldurulmak ister. Kimi alışverişe verir kendini kimi çok çalışmaya, madde
İlk izlediğim Ömer Kavur filmi 1987 yılında çektiği “Anayurt Oteli”ydi. Lise sondaydım. Adını koyamadığım, pek de tanımadığım farklı bir hüzün. 16 yaş için fazla. Ama yine adını koyamadığım hatta hiç tanımadığım tuhaf da bir umut vermişti. İzlediğim, romanını aratmayacak güzellikte ilk edebiyat uyarlamasıydı sinemaya. Sonraki yıllar ve yaşlarda yine izledim “Anayurt Oteli”ni. “Gizli Yüz”ü, “Amansız Yol”u, “Ah Güzel İstanbul”u ve diğer tüm Kavur filmlerini. Yol hikâyeleri, insanların iç dünya dökümleri, arayış, huzursuzluk, zaman, iletişimsizlik. Ama ille de hüzün. İmza teması gibi. Üstelik diyor ki Kavur: “Hüzün korkunç bir hastalık gibi; boynunu bükersen seni yer bitirir”.
İyi de neden ondan vazgeçmiyor? Biraz fikrim vardı ama itiraf etmeliyim ki, bunun ve Ömer Kavur’la ilgili kafamdaki diğer tüm soruların cevabını henüz 29 yaşındaki genç bir yönetmenin, Fırat Özeler’in dünya prömiyeri 52. Rotterdam Uluslararası Film
Yıl 1803. Almanya’nın Bavyera yöresindeki Benediktbeuern manastırında, bugünlere uzanacak bir başyapıta kaynaklık edecek bir keşif yapılıyor. Johann Christoph von Aretin isimli kütüphaneci Latince bir el yazması buluyor. Metinler 11-12. YY’lara ait. Dönemin Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere üniversitelerinde felsefe ve ilahiyat eğitimi alan gezgin öğrencilerin yazdığı metinler bunlar. Derlenip kayda geçiriliyorlar. Lirik şiirlerden oluşan 112 sayfalık bir metin çıkıyor ortaya. Alman filolog ve editör Johann Andreas bu el yazmalarını “Carmina Burana – Beuern Şiirleri, Şarkıları” adıyla 1847 yılında yayımlıyor.
Aradan neredeyse bir yüzyıl geçiyor. 1937’de dönemin egemen müzik anlayışına kafa tutan, müzikte tiyatroyu halkla buluşturmayı ve onlara benimsetmeyi hedefleyen Alman besteci Carl Orff, metnin bir bölümünü besteliyor. Ve böylelikle klasik müziğin başyapıtlarından birine imza atıyor: “Carmina Burana”.
Tür olarak opera ve bale arasında konumlandırılan, ‘sahne kantatı’ olarak anılan bu eserde müzik,
Bebeğin ilk nesnesi anne memesidir. Kurduğu ilk ilişki de annesiyle olan. Bu ilişkiye bilinçdışı yüklediği anlam hayatı boyunca yaşayacağı tüm ilişkilerde, toplumsal rollerde, aldığı kararlarda etkili olur. Eğer bebek kızsa, anne aynı zamanda rakiptir. Ortak fizyolojik özellikleri, bu ilişkiyi çatışmalı hâle getirir. Hangi kadın az ya da çok annesiyle çatışmamıştır ki?
Onlardan biri de 2016 yılında intihar eden Fransız yazar, oyuncu ve fotoğrafçı Carole Achache. Annesi Monique Lange. Fransa’nın önemli yazarlarından biri. Gallimard’da editörlük yapmış, Sartre ve Simone de Beauvoir’ın kurdukları Les Temps Modernes dergisinin yazarlarından. Birçok filmde senarist olarak yer almış. Yakın arkadaşları Marguerite Duras, Jean Genet, Violette Leduc… İlk evliliğini Jean-Jacques Salomon ile ikincisini Juan Goytisolo’yla yapıyor. Vaftiz babası William Faulkner olan Carole Achache böyle bir ortama doğuyor.
Bu kültürel zenginliğin içinde, rakibiyle boy ölçüştürmesi, onu geçmesi, kendi varoluşunu kurgulaması ne kadar zor! Ama