Nedim Şener’e sormuş savcı: “3 Ağustos 2009 günü, saat 14.16’da telefonda şifreli bir şekilde konuştunuz:
‘Dalgaya yakalanmayalım’ derken ne demek istediniz?
Görüşmede geçen ‘dalga’, ‘tur’, ‘turist’ ve ‘hava durumu’ kelimeleri ne anlama gelmektedir?”
Bu şifre çözücü sorular, gazetelerdeki boş bırakılmış ya da kapatılmış köşeler, ağzı bantlı, kalemi kırık gazeteciler, sabaha karşı otelden, evden yazar alıp götürmeler, hücrelere hapsetmeler...
Bunlar “ileri demokrasi”ye değil, “korku cumhuriyeti”ne özgü devlet terörü örnekleridir.
Bize, her “burun” lafının altında suikast planları aranan Abdülhamid sansürünü hatırlatır.
Bir de 12 Eylül faşizmini...
Dün mesleğim adına bir “Özeleştiri” yaptım ya... Destek veren çok. Ama “Geçti Bor’un pazarı” diyenler de var.
Hükümet yanlıları ise, “Başkalarında sustun, kendi arkadaşlarına gelince sızlanıyorsun” diyorlar.
Hafıza kıtlığı, sevmediğim bir şeyi yapmaya zorluyor beni... Affınıza sığınarak, son 30 yılın kritik dönemeçlerinde kalemimin ne yazıp söylediğini kısaca hatırlatmak, okuruma hesap vermek istiyorum.
* * *
Hayatımın ilk ödülünü, Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden, Uğur Mumcu’nun elinden aldım. 1981 yılıydı ve ödüle değer bulunan haberim 12 Eylül döneminde “gözaltında ölümler”le ilgiliydi. 30 yıl sonra hâlâ gözaltındaki haksızlıkları yazıyorum.
Dün 28 Şubat’ta ne yazmışım diye baktım. Şöyle demiştim:
“Bir atanmışlar kurulunun seçilmişlere politika dikte ettirebilmesini demokrasi adına savunabilmek mümkün mü? Balans ayarı, tank paletleriyle yapılmış bir demokrasiyi nasıl içinize sindirebiliyorsunuz?”
Geç kaldık. Aslında çok önce haykırmalıydık tepkimizi...
İlk gazeteci içeri alındığında yürümeliydik ağzımızda susturulmuşluğun simgesi kara bantlarla...
İlk köşe yazarı kovulduğunda, hepimiz kovulmuşçasına boş çıkmalıydı köşelerimiz...
Greve gitmeliydik, ekranımız karartıldığında, genel yayın yönetmenimiz alındığında...
Vergi memurları ilk teftişe geldiğinde tezgâhı görüp bağıra çağıra teşhir etmeliydik.
Medya yöneticileri, “Şu haberi görmeyin”, “O adamı çıkarmayın”, “Bu işi büyütmeyin” telefonları gelmeye başladığında “Çevirdiğiniz numaraya ulaşılamıyor” sinyali göndermeliydi.
Birimizin evi basıldığında, yayın yönetmeninden çaycısına, muhabirinden yazarına hepimiz kapı önünde karşı durmalıydık.
Vahşi bir kısrak gibi bu toprak... Üzerine bineni, onu ebediyen dizginleyeceğini zannedeni alıp çalıyor yere...
Asi bir ırmak gibi bu toprak...
Öfkesi, coşkusu, şiddeti, tutunmak isteyen her şeyi sürükleyip katıyor önüne...
Değişimin hızı öyle yüksek ki, ona ancak değişerek direnebiliyorsunuz.
* * *
Böyle bir toprakta, herhangi bir şey için “bin yıl sürer” demek laf değil, gaf sayılır.
Nitekim bin değil, on yıl süremedi 28 Şubat’ın etkisi...
Gazeteciliğim onunla geçti. Ama birebir konuşma imkânını ancak 2,5 ay önce bulabildim.
Babam ölmüştü.
Telefonda, “Başınız sağolsun muhterem kardeşim” diye lafa girdi.
Zihnimde, 30 yıllık bir ince sesti.
İlk ve son konuşmamız o oldu.
* * *
70’lerin sonlarında mizah yüklü basın toplantılarını ve neşeli bütçe konuşmalarını izlemeye giderdim.
Her okulun panosunda Atatürk‘ün Trablus mahalli kıyafeti içinde çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Ama Mustafa Kemal‘in Trablus günleri, hayatının az bilinen dönemlerindendir. Zaten o fotoğraf da Trablus’ta değil, Kurtuluş Savaşı sırasında bir Trablus heyetinin ziyaretinde çekilmiştir.
Atatürk‘ün Libya dönemi, onun askerlik, siyaset, hitabet, örgütleyicilik konusundaki ilk deneyimi sayılabilir. Gün ışığına çıkarılsa hem heyecan yaratır, hem de bugün yaşananlara ışık tutabilir. İyisi mi, Libya’nın gündemde olması vesilesiyle o döneme dair bildiklerimizi özetleyelim ve Libya’nın yüz yıl önce, hangi koşullarda, ne pahasına “tahliye” edildiğini hatırlayalım:
İsyanı nasıl bastırdı?
Mustafa Kemal Libya’ya 20 Eylül 1908’de gitti.
Libya’da II. Meşrutiyet’e karşı isyan çıkmıştı. Aşiret şeyhleri halkı, hürriyete karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Meşrutiyeti Hilafet’e karşı görüyorlar, Osmanlı’ya meydan okuyorlardı.
Mustafa Kemal, Trablusgarp’a gönderileceğini İttihat Terakki Genel Merkezi’nin toplantı salonundaki kara tahtada yazılı bir nottan öğrendi. Bunun parti yöneticilerinin, kendisini Selanik’ten uzaklaştırmak için bir oyunu olduğunu düşündü. Yine de gitmeye karar verdi. Aldığı 1000
Her gün yağan ruh karartıcı haberlerin yoğunluğundan arada bir gözümüze ilişen iyi haberleri paylaşamıyoruz sizinle... Bugün moral olsun diye köşemi güzel haberlere ayıracağım.
* * *
Sevgili Sunay Akın’ın yıllar yılı iğneyle kuyu kazarak hazırladığı ve 2005’te Türkiye’ye kazandırdığı Oyuncak Müzesi, “Müzeciliğin Oscarı” sayılan bir ödüle aday oldu.
Avrupa Müzeleri Forumu’nun (EMF) seçici kurulu, 2011 ödülü için başvuran müzeler içinde Türkiye’den sadece Göztepe’deki Oyuncak Müzesi’ni adaylığa kabul ederken birkaç kıstası dikkate aldı:
Sunay’ın müzeyi edebiyatçı kimliğiyle kazandığı birikimle kurması...
Ailesinden kalma tarihi köşkü, ticari amaçlı bir yapı yerine müzeye dönüştürmesi...
Sergilenen eserlerin niteliği ve müzenin tasarımı...
Tam da zamanında çıktı Wikileaks belgesi... Site, 8 yıl öncesinden bir belge sızdırıverdi.
Tarih: 3 Ocak 2003...
ABD’nin Savunma ve Dışişleri Bakan Yardımcıları Ankara’da, AKP hükümetiyle görüşüyorlar.
Konu: Yaklaşan Irak işgali...
Hükümet güvenoyu alalı daha 3-4 ay olmuş.
Amerikalıların acelesi var. Irak için “kuzey seçeneği”ne hazırlanıyorlar. Bunun için de Ankara’yı sıkıştırıyorlar.
Yayınlanan belge, sopanın ucundaki havucu ele veriyor: