Stadının koltuğunu söküp polise fırlatan taraftar...
Çoluk çocuk ayırmaksızın biber gazı sıkan polis...
Global ticaret devlerinin camını taşlayan eylemci...
En küçük itirazda dayak atan koca...
Çareyi dağa çıkmakta bulan genç...
Dağları bombalayan asker...
Şiddet, ortaçağın veba salgını gibi, dokunduğu yerde hızla ürüyor, kan döküyor, can alıyor. Baş etmesi de giderek güçleşiyor.
Biz ona hükmedemedikçe şiddet bize hükmeder hale geliyor.
Katılır mısınız bilmem; derler ki: “Erkek kadınla hiç değişmeyeceğini umarak evlenir; kadınsa erkeği eninde sonunda değiştirebileceğini umarak...
Sonuç, her ikisi için de hayal kırıklığıdır:
Kadın çabuk değişir; erkek hiç değişmez.
Ve kadın, arzuladığı erkeği oğlunda büyütmeye çalışır.”
* * *
İlginç bir tez bu...
Dikkatli okunduğunda bir paradoks kendini ele veriyor:
...söylenecek fazla bir şey yok. Başlık mevzuu özetliyor zaten...
Kaç kişiyiz bilmiyorum; fazla kalabalık olmadığımızı sanıyorum.
Adını bir futbol efsanesinden alan ve çocukluğunda bolca top koşturan biri olarak bende futbol ilgisi ne zaman, neden söndü, bilmiyorum. Galiba oynamayı, oynayanları izlemekten çok sevdim. Ve körü körüne taraftarlıktan, statların küfre bulanmış saldırganlığından, berbat da oynasa takıma laf söyletmeme bağnazlığından, oldum bittim hoşlanmadım.
* * *
Bugün derbi makaleleri arasında benimkinin aykırı kaçacağının farkındayım. Ancak farklılıklara saygı çağında, futbolda da “öteki”ler olduğu bilinsin, onların dar alanda ne çektiği fark edilsin istiyorum.
Erkek dünyasında “Memleket nere”den daha yaygın bir sorudur “Hangi takımsın” sorusu...
“Futbolla aram yok” cevabı, yeni soruları kışkırtır. Turist muamelesi görürsünüz.
Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı François Hollande seçim kampanyasını “olağan” sözcüğü üzerine kurdu.
“Normal bir başkan” olmayı vaat etti.
Bunu söylerken hem rakibi Sarkozy’nin “anormal”liğine gönderme yapıyor hem de normalleşmeyi özleyen kitlelerin ruh haline tercüman oluyordu.
Sonunda Fransa, Sarkozy kadar karizmatik, renkli ve maceraperest olmayan bu “mutedil adam”a oy verdi ve “Bizi normalleştir” dedi.
* * *
Türkiye’nin tam da buna ihtiyacı var işte:
Normalleşmeye...
Deniz Gezmiş’in anıldığı pazar gecesi... Ataşehir Deniz Gezmiş parkında Zülfü Livaneli konserinden sonra ak saçlı bir adam davet ediliyor sahneye...
Yüzü, Deniz’e benziyor. Sesi sakin, hali olgun...
Konuşmuyor, sadece bir şiir okuyor:
“Bir orman yangınından püskürmüş genç fidanlardı/
Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı/
Hoyrattı gülüşleri, aydınlığı çalkalardı/
Gittiler, akşam olmadan ortalık karardı.
İstanbul Üniversitesi’nin öğrenci odası... Odanın başucunda dev bir Che Guevera posteri asılı...
Bir köşede bazı öğrenciler öldürülen arkadaşları Vedat Demircioğlu’nun fotoğrafının altına “6. Filo defol” yazıları yazıyor.
68 gençliği 6. Filo’yu “karşılamaya” hazırlanıyor.
Odanın orta yerinde koca bir masa...
Masanın etrafında dönemin öğrenci liderleri...
Cihan Alptekin... Harun Karadeniz... Deniz Gezmiş...
Alman ZDF televizyonunun kamerası orada...
İdamlarının 40. yıldönümü dolayısıyla bir süredir Deniz Gezmiş üzerinde çalışıyorum.
Dönemin gazetelerini, anıları, araştırmaları okuyorum.
“Efsane”lerin bir kaderi var:
Herkes onu istediği yere çekiştiriyor ve ortaya yanlış anlamalarla dolu bir kargaşa çıkıyor.
Maalesef bu Deniz Gezmiş ve 68 hareketi için de geçerli...
* * *
Bugünden bakıp onlara “Darbeci” yaftasını asmak ya kolaycılık ya kötü niyet; ama kesin hakaret...
Türkiye’de farklı bir şey yapmak ne kadar zor. “Behzat Ç.”, müdavimi olduğum dizi... Televizyondaki en yalansız işlerden biri..
Seyirciye yaranma çabasına girmiyor çünkü; yalakalık yapmıyor.
“Kahramanımı sevsinler, örnek alsınlar” derdinde değil.
Bir tip çiziyor ve onu olabildiğince samimi anlatıyor.
Daha önce Emniyet desteğiyle çekilen sipariş dizilerdeki tiplerin aksine sempatik değil somurtuk bir “amir” Behzat; ağzı bozuk, aksi, içiyor, dövüyor, küfrediyor.
Ama derin bir iç dünyası var.