Londra Erkek Moda Haftası eskiden kadın moda haftasının son gününde gerçekleşirken, şimdi 4 günlük ayrı bir moda haftasına dönüşmüş durumda.
Erkeklerin modaya olan ilgisinin ne kadar arttığının da bir göstergesi bu.
Londra Erkek Moda Haftası da bu gidişle kadın moda haftaları kadar uzun sürecek ve kapsamlı olacak.
Bu yıl 6.sı kutlanıyor, başında “İstanbul zaten moda başkenti” diyecek kadar İstanbul’a sık sık gidip gelen, GQ dergisinin efsane yayın yönetmeni Dylan Jones var.
“Londra Erkek Moda Haftası’nda yüzlerce defile ve prezantasyon arasında kaçırmamanız gereken dört şovdan biri” dedi New York Times, Hüseyin Çağlayan’ın Chalayan markası için.
Ardından da Çağlayan’ın özelliklerini tek tek sıraladı: “Moda tasarımcısı, film yönetmeni, profesör, mimar, kostüm tasarımcısı, koreograf...”
“Bu adamın yapamadığı bir şey var mı?” diye de sordu.
Boşuna Wallpaper dergisi, 20. yılında, 20 yılda oyunun kurallarını değiştiren 20 etkili kişi arasında Çağlayan’ı saymadı.
Yardımsever süpermodel Natalia Vodianova’nın kurduğu ELBI’nin (Yardımseverlik ve Ödüllendirme Platformu) Türkiye’de gerçekleşen organizasyonunu hatırlayacaksınız.
Süpermodel Natalia Vodianova’yı ve önceki yıl kabare konseptli doğum günü partisinde giydiği kırmızı elbiseyi de…
Malum, Natalia Vodianova moda dünyasında herhangi bir model değil, moda dünyasının çoğunluğunu elinde bulunduran LVMH Group’un sahibi Bernard Arnault’nun oğlu Antoine Arnault’nun eşi.
Bu da demek oluyor ki Louis Vuitton, Dior, Givenchy, Fendi, Celine gibi bütün LVMH grup markaları hazır dururken, Vodianova’nın bir Türk tasarımcının, Dilara Fındıkoğlu’nun elbisesini giymesi son derece önemliydi.
Üstelik bu seçimi yapmasının ardında da moda dünyası için önemli bir ödül yatıyordu, LVMH Genç Moda Tasarımcısı ödülü.
Vodianova, gençleri ve kadınları destekleyen birçok çalışma yapıyor.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) ile birlikte tabularla mücadele ve kadınları güçlendirme amacıyla sürdürülebilir çözümler bulmayı amaçlayan “Let’s Talk” sempozyumunu da düzenliyor.
Perşembe günkü yazımdan sonra Maçakızı’nın patronu Sahir Erozan arıyor, son derece üzgün, bunun çok talihsiz bir kaza olduğunu söylüyor.
Kaza sonrasında sosyal medyada yazılanlara da ne kadar üzüldüğünü ekliyor.
Ama Sahir Erozan’ı asıl üzen, kaza sonrasında Maçakızı teknesinin kaçtığı ve Maçakızı ekibinin yardım etmediği söylentileri.
“Kaza sırasında teknede asistanım ve misafirlerimiz vardı, kaza sonrası teknenin motoru durmuş, geri dönmesi ya da hareket etmesi mümkün değildi, daha sonra çekmek zorunda kaldık” diyor.
Kazadan 5 dakika içinde haberinin olduğunu ve hemen olay yerine başka bir tekneyle geldiğini ve hatta kazada balıkçı teknesinde bulunan magazincileri denizden bizzat çıkardığını ve yaralanan kaptanı hemen hastaneye yetiştirdiğini anlatıyor.
“Videonun devamı izlense, görülecek bunlar” diyor.
Balıkçı teknesinin yaralanan kaptanı için tıbben mümkün olan her şeyi yapacaklarını da ekliyor.
Maçakızı teknesinin magazin muhabirlerini taşıyan balıkçı teknesini ortadan ikiye ayırdığı korkunç görüntüleri üzüntüyle izledik.
Hepsine büyük geçmiş olsun diliyorum önce.
Magazin muhabirlerinin olduğu balıkçı teknesinde pekâlâ hepimiz olabilirdik.
Bu korkunç kazanın görüntü alınmaması için meydana geldiği iddia ediliyor.
Doğrusu ben böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum, inanamıyorum.
Kimse bilerek böyle bir kazaya neden olmak istemez diye düşünüyorum, düşünmek istiyorum.
Ama böyle bir kazadan sonra, ortada 4 can söz konusuyken hiçbir şey olmamış gibi, son hızla uzaklaşması, geri gelip yardım etmemesi daha da üzücü.
50 dakikalık İstanbul-Bodrum uçuşunda göz açıp kapayıncaya kadar inişe geçiliyor. Ama gelin görün ki Bodrum uçak biletleri 3-4 saatlik Avrupa uçak biletleriyle aynı fiyat, hatta bazen daha bile pahalı.
Sadece uçak biletleri değil tabii, plajlarda da yemeklerde de fiyatlar uçmuş durumda. Otellerde de durum farklı değil.
Astronomik rakamlar bir bayram klasiği zaten.
Tabii ki istiyoruz, Bodrum 12 ay yaşasın, işletmeler ve esnaf 2 aylık sezonun acısını bizden çıkarmasın.
Bodrum’a özgü bir şey kaldı mı?
Bodrum, tıpkı İstanbul gibi, bir yandan müthiş gelişiyor, bir yandan da mahvoluyor. Artık Bodrum’a özgü yerel lezzetler de, butikler de yok.
İstanbul’dan gelen markalar Bodrum’u istila etti.
3 gün 3 gece süren çok özel bir etkinlik: Harvest. Geçen hafta Kaplankaya’da ikincisi gerçekleşti, teması doğaydı. Dünyanın dört bir yanından gelen konuşmacılar ve izleyicilerin gündeminde bakın neler vardı?
Dünya serbest dalış rekortmeni, I am Water adlı vakfın kurucusu Hanli Prinsloo’dan okyanus hikayelerini dinliyorum, nefesimi 3 dakika tutmayı da öğreniyorum. Sonrasında akşam yemeğinde rekortmen yüzücü Peter Marshall ile Bodrum’dan İstanbul’a gideceklerini anlatıyor Güney Afrikalı Hanli, “Nerelere gitmem gerektiğini bana yazar mısın?” diyor. “Sadece turistik yerler olmasın, siz zamanınızı nerelerde geçiriyorsanız ben de oraları merak ediyorum” diye de ekliyor.Uzun bir liste yapıyorum, 2 güne en çok neler sığdırılabilir diye düşünerek. Yeme-içme mekanlarından İstanbul’da mutlaka görülmesi gereken yerlere kadar yazıyorum. Yanımda Akdeniz Koruma Derneği’nin kurucusu, dünyanın en önemli çevrecilik ödülü, Whitley Gold gibi uluslararası birçok ödüle layık görülen, gururumuz Zafer Kızılkaya var.
Türkiye’den tek konuşmacı
İstanbul ve Prag’dan gelen YPO üyeleri de, diğer yabancı katılımcılar da Zafer’i tebrik etmeye geliyor, hem yaptıklarından dolayı hem de “En iyi konuşmacı sendin”
Önümüz bayram, konu dönüp dolaşıp tatil yerlerine geliyor.
Bodrum mu Çeşme mi tartışmaları her zaman olduğu gibi devam ediyor, her ne kadar artık Akyaka, Bonjuk, Urla gibi alternatifler olsa da...
Malum, yıllarca Bodrum’u St. Tropez’yle karşılaştırdık, Çeşme’yi İbiza’yla...
En başarılı işletmeciler Bodrum’u St. Tropez’ye, Çeşme’yi İbiza’ya benzetmeye kalktı, “O zaman yabancı turist neden onlar dururken bize gelsin?” sorusunu kale almadı.
Sonunda St. Tropez, İbiza ve Mikonos’un tanınmış markaları Bodrum’da şube açtı.
Peki ama Bodrum’u, Çeşme’yi ve diğer tatil destinasyonlarımızı ve onların karakteristik mekânlarını markalaştırmak yerine neden yabancı markaları ayağımıza getirdik?
Sonra da gösterişli mekânlara “Lüks ama ruhsuz” deyip, vasat yemeklere, kötü servise burun kıvırıp, fahiş fiyatlara dayanamayıp Yunan adalarına kaçtık.
Dün sosyal medya sayesinde korkunç bir kitaptan haberdar olduk.
Ancak bir sapığın kaleme alabileceği satırları bir yayınevinin basmaya değer bulması daha da fena.
Aslında sosyal medyada bu kadar çok paylaşılmasa, belki de kimselere ulaşamayacak ve sadece kâğıt israfı olarak kalacaktı.
Ama sosyal medyanın gücüyle kitapta yazılan dehşet verici satırlara tepki yağdı.
Keşke bunu, kitaptan alıntıları paylaşmadan ya da okumadan yapabilseydik ama ne yazık ki öyle olmadı kimsenin okumayacağı bir metin birden milyonlar tarafından okundu.
Neyse ki Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Türkiye Barolar Birliği başta olmak üzere birçok önemli kurum, kitabın yazarı ve yayınevi sahibi hakkında suç duyurusunda bulundu.
“Bu tür olaylar karşısında, son derece duyarlı davranmak ve görevlerimizi yerine getirmek zorundayız. Çocukları koruyacak tedbirlerin alınması ve her türlü çocuk istismarına yönelik özendirici, teşvik edici nitelikteki eylemlere karşı da ciddi mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği olarak bu kitap hakkında suç duyurusunda bulunduk” dedi Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri Avukat Sabiha Tekin.
Şimdi hakkında suç duyurusunda bulunulan isimler gözaltına alınıp bırak