Futbol sadece sahada oynanan bir oyun değil; hiç bir zaman olmadı. Futbol, taraftar kültürü, sosyal hayat, turizm ve yaşam tarzıyla iç içe bir ekosistem... Kendine has bir ruhu var. Ve Yeşilçam’ın ustalarının dediği gibi, “Futbolu satın alabilirsiniz ama ruhunu asla...”
Futbolun sadece bir spor dalı olmaktan çıkıp, devasa bir endüstriye dönüşmüş olması artık yeni bir haber değil. Kulüpler, oyuncular ve ligler, milyarlarca dolarlık değerlerle anılırken, futbolun ekonomisi de giderek daha karmaşık bir hal aldı, hatta kulüplerin başarısını doğrudan etkileyen en önemli faktör olduğunu savunanlar da var.
Ben onlardan biri değilim. Evet, bu yüzyılın gerçeği olarak sermaye, insanoğlunun toplum sözleşmesini yarattığı dönemden bu yana sahip olduğu çoğu manevi ve kültürel değerin önüne geçti. Dünyanın yönetim şekli kapitalizmin etkisi altında. Pek tabi futbol da bunun bir yansıması. Ancak, yüksek harcamalar her zaman doğrudan sportif başarıyı getiriyor mu?
Nasıl ki bir dönem Avrupa futbolu, Rus
Günümüz modern futbolunda, bir kaleci, sadece kurtarış yapan bir oyuncu değil, aynı zamanda oyunu başlatan, savunmayı yönlendiren ve takımının oyun kurucularından biri haline gelmiş durumda. Bu dönüşüm, futbolun hızlanması, taktik anlayışların değişmesi ve teknik becerilerin ön plana çıkmasıyla daha da belirginleşti.
Futbol tarihinde en çok konuşulan oyuncular forvetler olmuştur. Kaçımız futbol batağına bir kaleciye hayranlığımızın yüzünden düştük? Hangimizin aldığı ilk forma bir kaleci kazağıydı? Tribünde topu ve forvetleri izlemeyi bırakıp, takımımızın kalecisini en fazla kaç dakika izlemişizdir? Mahalle futbolunda bile (ki günümüzde mahalle futbolu diye bir şey kaldı mı sanmıyorum ama) futboldan en anlamayan, takımda en işe yaramayanın “Sen kaleye geç” diyerek sümen altı edildiği mevki, kaleciler, sonunda yıllardır yaşadıkları yalnızlıktan kurtulmaya başladılar.
Bu hafta önce Şampiyonlar Ligi’nde, sonra da temsilcimiz Fenerbahçe’nin Avrupa’da oynadığı ve penaltılara kalan maçlar, kalecilerin önemini bir
Futbol, her dönemde değişen trendler ve yeni oyuncu profilleriyle evrilmeye devam ediyor. Günümüzde ise sahaları domine etmeye başlayan bir nesil var: Z kuşağı futbolcuları. 1997-2012 yılları arasında doğan bu jenerasyon, hem oyun tarzları hem de futbola bakış açılarıyla kendilerinden önceki nesillerden belirgin şekilde ayrılıyor. Biliyorum içinizde benim gibi X veya farklı kuşaktan olanlar varsa, onların aklından şu anda “Yahu bu kuşak sadece futbolda mı belirgin şekilde ayrılıyor, sen gel bir de bizim iş yerinde, bizim evde gör” diyenler vardır. Haklısınız ama işte kuşak çatışması dediğimiz şey de tam olarak bu değil mi?
Teknolojinin göbeğine doğan bu kuşak, önceki herkesten çok farklı ve devir artık bizim onları anlamaya çalışmamız gereken devir. O zaman teknik direktörler bu kuşakla nasıl anlaşıyor? Z kuşağı futbolcuları diğer jenerasyonlardan nasıl farklı? Onları motive eden unsurlar neler? Sahada ve saha dışında nasıl bir hayat tarzı benimsiyorlar?
Takıma değil isme tutku
X ve Y kuşağı için futbol, büyük ölçüde bir meslek ve tutku olarak
Avrupa’da son 16’ya kalmayı alışkanlık haline getiren Fenerbahçe maçın favorisi. Ancak Rangers’ın, ilk 8’e girerek buraya geldiğini de unutmamak lazım. İskoç ekibi, daha genç yaş ortalaması ve fizik gücüyle bir tehdit yaratabilir. Özellikle sağ bekleri takımın en golcü isimlerinden biri, maç öncesi aklımızda tutalım. Sarı lacivertliler turu geçtiği takdirde, erken final isminin yakışacağı bir karşılaşma olan Bilbao-Roma eşleşmesinin kazananı yani turnuvanın favorisiyle karşılaşacak. Orada da daha önce bu finalleri defalarca oynamış, 180 dakikayı planlamakta usta bir isim Mourinho, farkını ortaya koyabilir. Şampiyonluk yarışındaki rakibine de en güzel mesajı, ligde toplayacağı puanlarla değil, Avrupa’da oynamanın genlerinde olduğunu göstererek verebilir.
Günümüzde birçok kulüp, kötü sonuçların ardından teknik adamlarıyla yollarını ayırıyor. Bizlere de her ayrılığın ardından iki tür yorum yapmak düşüyor: İstikrar başarıyı getirir veya pragmatist olacaksın, olmuyorsa hemen ayrılacaksın.
Futbol sadece yetenekli oyuncuların sahadaki performansına değil, teknik direktörlerin takımlarını nasıl yönettiğine de bağlı. Ancak, günümüzde teknik direktörlerin görev süresi giderek kısalıyor ve birçok kulüp, kötü sonuçların ardından teknik adamlarıyla yollarını ayırıyor. Bizlere de her ayrılığın ardından iki tür yorum yapmak düşüyor: İstikrar başarıyı getirir veya pragmatist olacaksın olmuyorsa hemen ayrılacaksın.
Türkiye’de de bu tarz ayrılıklara çok alışığız. Mesela, daha geçen yıl 99 puan toplayan ama ikinci olan İsmail Kartal başarısız mıydı? Bu sezon şampiyonluğu kaybederse son iki sezonun şampiyonu Okan Buruk görevine devam eder mi, etmeli mi? Veya Avrupa’ya mart ayında havlu atıp, şampiyonluğu da kaybederse Mourinho, Türkiye’de kalabilir mi,
Günlerdir beklenen, kazananın Şubat ayında şampiyonluğunu ilan edeceği varsayılan derbiyi üçe bölmek lazım. İlk yarı, ikinci yarının 80. dakikaya kadar olan bölümü ve son 10 dakika. Dengeli başlayan, iki takımın da kendi oyununu oynamaktan önce rakibini oynatmamak üzere sahada yer aldığı ilk 45 dakikayı konuşarak başlayalım. Bir tarafta “Beraberlik bizim için ikili averajdan dolayı iki puan” diyen Okan hocanın gol yemeden derbiyi bitirmek istemesi, diğer tarafta şampiyonluk için kazanmak zorunda olan ama kalabalık savunmadan da vazgeçmeyen Mourinho. Hani bir atasözü vardır ya, korku dağları bekler, işte ilk yarının özeti adeta. İki takım da merkezi sağlam tutmaya çalışınca, havadan toplarla rakip yarı sahaya giden ve kenarlara sıkışan oyunu manasız ortalarla taçlandıran bir film izletti. Öyle ki, devre arasına giderken iki takım toplam 18 orta yapmış sadece 3’ü isabetli olmuştu. Üst üste beş pas bile izleyemediğimiz koca bir devrede yetmezmiş gibi bir de 17 faulü bize gösterdiler. Yani neredeyse üç dakikada bir faul.
İkinci
"Rekabet" kelimesini izleyenlere en komik haliyle aktaran film, Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde bir kez daha akıllara geldi. Seferoğulları ile Tellioğullarının anlaşmazlığında adaleti, Kahire'den gelen Tosun Paşa'nın getirmesi bekleniyordu, derbide ise bu rol Slovenya'dan gelen Vincic'in
Hepimizin defalarca kez izlemiş olmamıza rağmen karşımıza her çıktığında kayıtsız kalamadığımız filmler vardır. Nazım Hikmet’in bir öyküsünden yola çıkarak, Yavuz Turgul’un senaryolaştırdığı, Kartal Tibet’in yönettiği Tosun Paşa, benim için işte onlardan biri. Yeşil Vadi’ye sahip olmak isteyen iki ailenin rekabeti ve bunu Kahire’nin otoritesiyle çözme arzuları... Tosun Paşa’ya sıradan bir film muamelesi yapmak çok ayıp olur. “Rekabet” kelimesini izleyenlere en komik haliyle aktaran bu filmin başrolündeki iki ailenin amansız mücadelesi, bana yarın oynanacak G.Saray-F.Bahçe ailelerini hatırlattı. Filmde iki ailenin anlaşmazlığına adaleti, Kahire’den gelen Tosun Paşa’nın getirmesi bekleniyordu, derbide ise bu role Slovenya’dan gelen hakem
Film gibi bir sezonun ilk yarısını geride bıraktık. Bu güzide ligimizin ilk yarısının gelin birlikte bir Z raporunu alalım. Oynanan 153 maç sonucunda kimler ne yapmış, ne yapamamış, ligin marka değeri nereye gidiyormuş bir bakalım.
Film gibi bir sezonun ilk yarısını geride bıraktık. Her yıl, “Bu sene zor geçti” dediğimiz Süper Lig, bu sene gerçekten zor geçiyor. Yanlış anlamayın konu yoğunluk, çok çalışmak falan değil, zira Çehovcu bir yaklaşımla, “Bizi tek kurtaracak şeyin çalışmak” olduğuna inanıyorum.
Zor geçiyor, çünkü her yıl bir öncekinden kötüye giden, sertleşen, insani bazı değerlerin yozlaştığı, rekabetin hınca, adaletin intikama döndüğü bir ortamda, tüm başrol oyuncuları artık giderek Erol Taş’laşıyor. İşte bu güzide ligimizin ilk yarısının gelin birlikte bir Z raporunu alalım. Oynanan 153 maç sonucunda kimler ne yapmış, ne yapamamış, ligin meşhur marka değeri nereye gidiyormuş bir bakalım.
G.Saray'ın başarısı tesadüf değil
Toplam 439 golün atıldığı sezonun ilk yarısının lideri, 47 golle en