Küresel dünyada kadınlar genellikle şiddet, cinayet, ekonomik, siyasal, toplumsal eşitsizlik gibi pek çok habere konu olmakta. Ancak bütün bu mağduriyet hikâyelerinin arkasında bir başka gerçek var. Göz ardı edilen, hiç tartışılmayan dehşet verici bir gerçek. O da kadın ticareti. Çeşitli operasyonlarla ele geçirilen çete üyelerinin uyuşturucu, silah kaçakçılığı gibi suçları sıralanırken, bu çetelerin özellikle kadınları fuhuşa sürüklemesi önemsiz bir mesele gibi satır aralarına sıkıştırılıyor.
Oysa insan ticaretinin dünyada en hızlı büyüyen, yasa dışı endüstrilerden biri olduğunu raporlar doğruluyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç ile Mücadele Ofisi’nin derlediği bir rapora göre, uyuşturucudan sonra oluşturulan en büyük pazar bu. 40 milyonun üzerinde insan bu pazarın mağduru. İnsan ticareti mağdurları içerisinde alınıp satılan hatta kiraya verilen kadın ve kız çocuklarının oranı yüzde 71 civarında. Küresel insan ticaretinin yıllık geliri ise yaklaşık 150 milyar
Ortalık uyuşturucu kullanan, silah taşıyan, şiddet uygulayan babalardan, ‘nasıl olsa devlet bakar’ diyerek çocukları doğurup doğurup sokağa atan, sosyal medyadan başını kaldırmayan annelerden geçilmiyor. Haliyle bu ebeveynleri örnek alan çocuklarda da suç oranı giderek tırmanıyor:
15 yaşındaki çocukların işlediği suçlara bakın: Amcasını öldürdü. Şaka yapan arkadaşını öldürdü. Üzerinden uyuşturucu çıktı. Hırsızlık yaparken yakalandı. Arkadaşını bıçakladı. Çetenin elebaşı bir çocuk elinde pompalıyla 3 saat sağa sola ateş açıp 8 kişiyi yaraladı….
Bu vahim tabloyu istatistikler de doğruluyor. Geçen yılın verilerine göre 2010’da 83 bin olan suça sürüklenen çocuk sayısı 2022’de 200 bini aşmış görünüyor. Çocuklara isnat edilen öncelikli suçlar ise endişe verici: yaralama, hırsızlık ve uyuşturucu. En çok da yaralama…
Biliyoruz ki; sadece çevre, arkadaşlık ilişkileri değil, ebeveynlik de çocukların yetişmesinde temel bir rol oynar.
Artık dünyada hiçbir şey “kitabına uygun” değil. En demokratik ülkelerde bile hak hukuk meseleleri rayından çıkmış görünüyor. Evrensel değerler göz ardı ediliyor; teknoloji ilerledikçe, özgürlük, adalet ve insan onuru gibi kavramlar devletlerin ideolojik duruşlarına veya internet devlerinin tercihlerine göre şekil alıyor. Bu ülkeler yaşanan felaketlere, savaşlara, soykırıma, şiddete, nefrete, ayrımcılığa karşı farkı bir tutum sergilemekle kalmıyor, inanılmaz adaletsiz uygulamaların altına da imza atabiliyorlar.
***
Örneğin özgürlükler ülkesi ABD, birkaç ay önce İsrail ve Filistin arasında yaşanan savaş nedeniyle en prestijli yüksek öğrenim kurumlarının rektörlerini resmen ‘sorguya’ çekti. Olay ülkede adaletin işleyişi bakımından da hayli çarpıcı. Çünkü Harvard’dan Claudine Gay, Pennsylvania Üniversitesi’nden Liz Magill ve MIT’den Sally Ann Kornbluth okullarda artan antisemitik saldırılar ve Filistin yanlısı öğrenci gösterilerinin yanında yer aldıkları için
ABD’nin Hawaii Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı “gezegen çöküyor” uyarısıyla dünyaya acil önlem çağrısında bulundu. Hazırladıkları rapora göre; iklim değişikliği, çevre yıkımı, hastalıklar, sosyal eşitsizlik dünyayı ve insanlığı felaketin eşiğine getirdi. Son yirmi yılda dünyanın hemen her yerinde 4,2 milyar insanı etkileyen, 7 binin üzerinde büyük doğal felaket yaşandığını düşünecek olursak, çok yerinde bir çağrı.
★ ★ ★
Türkiye her an doğal felaketlerle karşı karşıya kalma olasılığı yüksek bir ülke. Dolayısıyla bu çağrıya yanıt verecek en önemli kurumlarımızdan biri de yerel yönetimler. Şimdi seçim sonuçlarını tartışmayı bir tarafa bırakıp, yapılmayanı yapıyormuş gibi göstermeden, yeni rant alanları yaratmadan, birbirlerine sorumluluğu atmadan, devletin bir kuruşunu bile ziyan etmeden çalışırlarsa, belki doğal felaketlerin yaratacağı riski en aza indirebilirler.
Çünkü, deprem, sel felaketi, orman yangını, kuraklık gibi eşi benzeri görülmemiş büyüklükteki
Türkiye’de yerel yönetimlerin bir fotoğrafını çek deseniz; İstanbul’un göbeğinde, en nezih semtlerinden birinde, Türkiye’nin en önemli okullarından birinin arka kapısını işaret ederdim: Okulun arka kapısına bitişik nizam bir çöp konteynerini… Konteynerin dışına saçılmış çöplerin hemen yanında, sokağı kendine mesken edinmiş bir adam, kirli bir yorganın üzerinde tam bir yıl oturdu Orada yemek yedi, orada yatıp kalktı.
Yıllar içerisinde o adam gitti, yerini, alkoliklere, evsizlere bıraktı. Onlar olmayınca gençlerin geceleri toplandığı yer oldu. Sonra hayvansever bir kadın çıka geldi, sabah akşam elinde kedi maması çöplerin yanında durdu. Sokağın sağına, soluna her yere yiyecekler atmaya başladı…Zaman içerisinde neredeyse her kapının önünde bir kap görmek mümkün hale geldi. Çürümüş bozulmuş yemek artıklarını pis kaplara koyup kedi ve köpeklere bakanların sayısı giderek çoğaldı.
Sonra sokaktaki bazı binalar yıkıldı. Bazıları da depremde belki de yerle bir olacak çok eski binaların dış
Hikayesi olan toplumlara istediğiniz kadar zulmedin, kendi topraklarından sürseniz, haritadan silseniz de tarihten silemezsiniz. Onlar hep var. Ama çoğu kez yenilmişlik duygusunun yarattığı travmalarla var. Son beş aydır İsrail devletinin yaptığı da bu. Kendi geçmiş tarihinin yarattığı travmaları, tahribatı, Filistin halkının üzerinden ‘temiz’e çekiyor. Bunu yazarken amacım meselenin tarafı olmak değil. Aksine dünya medyasında yer bulan Hamas ve İsrail çatışmasının uluslararası hukuka ve insan haklarına uygunluğunu göz önünde bulundurmanın önemine inanarak yazıyorum.
Bu çatışmalar artık “Hamas’ın katliamına karşı İsrail’in kendini savunma hakkı” olmaktan çıktı. Belli ki, bu yeniden paylaşım savaşı. Bu yüzden İsrail, gazetecilerin tanıklığını istemiyor. Çünkü Filistin halkına karşı etnik bir temizlik gerçekleştirdiğinin gayet bilincinde. Beş ay içerisinde 30 binin üzerinde insanı öldürdüğünün, kadınları, çocukları katlettiğinin, sivillerin yiyecek yardımı almasını engelleyip açlığı, susuzluğu,
Türkiye’de adalet sistemi sabrımızı sınıyor olabilir mi? Çünkü son günlerin en çarpıcı haberlerinden biri, bir annenin, bir kişinin ölümü, dört kişinin yaralanmasına yol açan ehliyetsiz oğlunu yurt dışına kaçırması oldu. Eylem Tok ve eski eşi doktor Bülent Cihantimur’un oğlu T.C.’nin yaşattığı trajedi, sadece bir aile faciası değil, adaletin ve insanlık vicdanının çöküşünün bir yansımasıdır. Bu olay, sadece bir trafik kazası da değil. Olay toplumun adalet sistemine, aile dinamiklerine ve insanlığın temel değerlerine dair derin bir sorgulama ihtiyacını doğuruyor.
Bir insanın ölümüyle sonuçlanan bir trafik kazası adalet sisteminin cezasızlığının bir sonucu. Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında verilen cezalara, yapılan indirimlere, hatta serbest bırakılmalara bakarsak öyle görünüyor. Bir çocuğun ehliyetsiz olarak araç kullanması sadece onun sorumluluğunda değil. Bu aynı zamanda denetim ve yaptırım eksikliği nedeniyle adalet sistemini sorgulamayı da gerektirmektedir.
Eğer adalet, toplumun her
Yeni normlara uyum sağlamak, özellikle geleneksel normlara sıkı sıkıya bağlı olan erkekler için zorlu bir süreç olabilir. Ama bu durum kadınlar için de geçerli. Değişime ayak uydurmaya çalışıyoruz ama yerleşik kalıplardan kurtulamıyoruz. Çünkü kültürel geçmişimiz olayları ya trajediye ya da mizaha dönüştürüyor.
Biliyorsunuz hemen her gün kadınlar şiddete maruz kalırken, aşağılanırken 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde milli voleybolcu Eda Erdem’in heykelinin dikilmesi iyi bir haberdi. Türkiye Voleybol Federasyonu Başkanı Mehmet Akif Üstündağ’ın, heykelin açılışında oyuncuya övgüler yağdırması da. Fakat Başkan’ın oyuncuya “Adam gibi adam” ifadelerini iyi niyetle de olsa kullanması, haberin kırılma noktası oldu. Aslında yanlış olduğunu bildiğimiz halde hepimizin diline pelesenk olmuş bu tür sözler karşısında Eda Erdem’in tebessümü, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un şaşkınlığı yerinde, güzel bir yanıttı. Buna rağmen sosyal medyada bazı kadınlar çeşitli