PKK’nin feshi ve silahlı mücadelesini sona erdirmesi tarihi bir karardır.
Ancak sonuç değil, barışa giden yolda atılan ilk adımdır.
Dolayısıyla bu karar PKK’nın stratejik bir pozisyon güncellemesi gibi okunmalıdır.
Örgütün kararda siyasi alan kazanma, uluslararası destek arama, Öcalan’a alan açma gibi talepleri son derece anlaşılır olsa da barışın nasıl dizayn edileceği daha önemli bir mesele.
Bu da sürece devletin nasıl karşılık verip vermeyeceğiyle şekillenecek.
Çünkü devlet karardaki samimiyeti mutlaka test edecektir:
Mesela kararda “PKK adıyla yürütülen çalışmalar sonlandırıldı” ne demek? Bu ifade yalnızca isim değişikliği veya yeni bir yapılanmaya geçişin işareti olabilir mi?
Ya da kararda içinde sıkça geçen “demokratik çözüm”, “hukuki güvence” ve “Öcalan’ın rolü” gibi ifadeler, devletin adım atmaması halinde bu kararların askıda kalabileceğinin sinyalini mi veriyor?
Kırk yıl… Dört kuşak…
Binlerce insan kaybı, milyonlarca travma…
Kuşaktan kuşağa aktarılan acılar, kayıplar yarım kalmış hayatlar…
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir mesele bu kadar uzun süre hem devleti hem toplumu bu denli derinden yıpratmadı.
Ve şimdi, bu savaşın sona ermesi yönünde bir süredir dikkat çekici adımlar atılıyor.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı, Öcalan’ın “silah bırak ve kendini feshet” çağrısı sonrası beklenen PKK kongresi gerçekleşti.
Süreç yeterince şeffaf olmayabilir, güven vermeyebilir. Ama umut? O hep var.
Kongrede nasıl bir yol haritası belirlendiğini henüz tüm ayrıntılarıyla bilmiyoruz ama bu Türkiye siyasal tarihinin kırılma anları açısından da not edilmeli.
Bomonti’nin daracık arka sokaklarından birinde, birbirine bitişik nizam 70 yıllık binalarından birinde oturuyorum…
Gürültüyle gelen o sarsıcı depremle birlikte kendimizi sokağa attık…
Önce telefonlarımız bir süre için çalışmadı, ardından nereye kaçacağımızı bilemedik.
Toplanma alanı yoktu.
Mahalle sakinleri bir pasajın girişinde çay ocağında oturduk sonra evlere dağıldık…
Fakat birkaç gündür medya, bilim adamlarına yıllardır sorduğu o iki meşhur sorunun etrafında dönüp duruyor:
İstanbul’da büyük deprem ne zaman olacak? Kaç şiddetinde olacak?
Kimi “devamı gelecek” diyor, kimi “artık olmaz” diyor, kimi tarih veriyor…
Sırrı Süreyya Önder; inandığı değerler uğruna her şeyi göze almış, kendi hikâyesiyle barışmış ama bu ülkenin de kendisiyle barışmasına ömrünü adamış biri.
Türkiye’nin işkence, hapis, sürgün ve ölümlerle örülü karanlığından, bu inançla çıktı geldi.
38 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılandı; kendi işkencecisini affederek ironiyi bir direniş biçimine dönüştürdü.
İşte bu yüzden onu yalnızca Kürt siyasetiyle sınırlamak, büyük bir haksızlık olur.
Çünkü o, mizahı, zekâsı ve değerleriyle hepimizin yüreğine dokundu.
DEM’li bir milletvekili olduğu için değil…
Ondan çok daha fazlası olduğu için.
***
Mattia Ahmet Minguzzi’nin hunharca öldürülmesine alkış tutmak, ailesini tehdit edip, mezarını tahrip etmek… Bu nasıl bir zihniyetin ürünüdür?
Cinayeti işleyenler kadar, onlara arka çıkan, suçun kolektifleşmesine yol açanlar da bu cinayetin utancını taşıyacaklarına adaletin önüne geçmeye çalışıyorlar.
Peki bu cesareti nereden alıyorlar?
Bu sorunun yanıtı yalnızca hukukta ve bireysel öfkede yatmıyor.
Bu pervasızlık; şiddetin bir tür hakka, bir tür aidiyete, bir tür “bizden olma ayrıcalığına” dönüştüğü bir zihniyet ikliminden besleniyor.
Bu iklim, sıradan insanları vicdanlarını askıya alarak şiddetin ortağı hâline getiriyor.
Sosyal medya da bu kitlesel aidiyet duygusunu körükleyen dijital bir tribüne dönüşmüş durumda.
Bu mecrada suçu, suçluları, mağdur ailesine saldırıları toplumsal tepkiye ve devletin davaya müdahil olmasına rağmen meşrulaştırıyorlar.
Alman Der Spiegel’in 100 yılın en iyi roman seçkisi içerisinde dikkatimi çeken iki kitap oldu; Birincisi Patricia Highsmith’in “Yetenekli Bay Ribley”. İkincisi Zülfü Livaneli’nin “Engereğin Gözü” adlı kitabı.
Biri Batı’nın burjuva dünyasına imrenen bir Amerikalı, diğeri Osmanlı Sarayı’na kapatılmış bir Habeş kölesi.
Her iki kitap da birbirinden farklı dönem ve coğrafyalarda geçse de bambaşka kimlikleri konu alsa da aklınıza takılan soru aynı:
İnsan kendisi olmadan, bir başkasına dönüşerek ya da gücün gölgesinde yaşayarak var olabilir mi?
Tom Ripley, başkasına ait bir hayata imrenir, bunu planlar, sahtekârlığa, yalana, hatta cinayete başvurarak bu hayalini gerçeğe dönüştürür. O, kim olmak istediğini seçer.
Habeş Süleyman ise seçme şansı olmayan, kimliğine daha doğarken el konulmuş, iktidarın merkezine hapsedilmiş biridir.
İlki ‘görünür’ sahte özgürlüğün, ikincisi ‘görünmez’ bir teslimiyetin portresidir.
Türkiye’de son günlerde siyasette sertleşen söylemler, toplumun farklı kesimlerini birbirine karşı kışkırtan bir nefret diline dönüştü.
Siyasette yaşanan gerilim ve sokağa taşan protestolar medyanın olaylardaki rolünü ve kullandığı dilin toplumsal etkilerini sorgulamamızı zorunlu kılıyor.
Çünkü haber bültenlerinden sosyal medyaya kadar geniş bir alanda dezenformasyon, yalan haber ve algı mühendisliği gözlemleniyor.
Dolayısıyla şu soru önemli:
Basın yalnızca olayları olduğu gibi veren bir araç mıdır, yoksa toplumsal gerilimi derinleştiren bir aktör mü?
Günümüzde geleneksel medyanın tarafsız bir bilgi kaynağı olma işlevi büyük ölçüde değişti.
Bugün birçok medya kuruluşu, yalnızca haber vermekle yetinmiyor; kendi ideolojik duruşuna göre haberleri şekillendiriyor, hedef gösteriyor ve toplumu kutuplaştırıyor. Karşılıklı suçlamalar ve manipülatif içerikler, hakikatin ortak bir zeminde buluşmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor.
***
Bir devlet lideri, başka bir ülkenin liderini azarlayabilir mi?
Güçlü olan, zayıfı küçümseme hakkını nereden alıyor?
Meselenin kişisel bir üslup sorunu olmadığı açık: Bu, bir yönetim tarzı, politik mesaj, hatta bir tür otoritenin sahnelenmiş hali…
ABD Başkanı Donald Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile oval ofiste yaptığı görüşmedeki tavrı, tam da böyle bir güç gösterisiydi.
Trump’ın ellerini savurması, öfke dolu bakışları, oturma şekli ve Zelenskiy’ye sanki bir devlet başkanıyla değil de yetersiz bir çalışanıyla konuşuyormuş gibi parmak sallaması aslında ABD’nin küresel siyasette benimsediği tavrın bir yansımasıydı.
ABD ve Avrupa basını bu gerilimi, “Oval ofiste kriz” veya “Gergin diyalog” gibi başlıklarla verdi. Türkiye medyası ise meseleyi daha dramatik bir dille ele aldı: “Trump, Zelenskiy’i basının önünde azarladı, kovdu!”
Ancak burada asıl mesele, bu azarlamanın “basının önünde” yapılıp yapılmaması değil. Asıl mesele, bir devlet başkanının başka