Bu İtalyan, o kadar bize yakın ve bizden ki, onu futbolcularla arasındaki baba-oğul örneğine yakıştırıyorum.
Katılmayabilirsiniz. Montella işini büyük bir sadakatle, ciddiyetle, dirayetle yapıyor. Açıkladığı 35 kişilik kadroya baktığım zaman gözardı edebileceği oyunculara sahip çıktığını, onları asla dışlamadığını görüyorum. Gerçi kesin kadrolar 26 kişiye inecek, 7 Haziran’a kadar UEFA’ya bildirilecek. Kimbilir, Montella bazı oyuncuları zaten bilinen formsuzlukları ve farklı sorunları nedeniyle baştan almasa, fazla kişi itiraz etmezdi diye düşünürüm. Çok derine gitmeden Cengiz Ünder, Cenk Tosun ve Kerem Aktürkoğlu diyelim. Üçü de milli takıma parlak katkılar sunmuş oyuncular. Ama şu aralar uluslararası maç seviyesinde değiller. Kendi takımlarında da birinci seçenek kategorisine henüz dönemediler. Montella onlara yeni bir fırsat kapısı açıp, kısa kamp süresince ‘yeniden yeşerme’ şansı tanıyorsa iyi değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda büyük sorumluluğun futbolcularda olduğunu kabul etmeliyiz. Sırası
Tam da kupa finallerine yakışan bir maç izledik. Heyecanı, golleri… Akıllıca hazırlanmış taktikleri, bireysel becerileri ve unutulmaz anlarıyla oyuna doyduk. Beşiktaş’a da Trabzonspor’a da alkış borcumuz var. Serdar Topraktepe gibi kariyer başındaki heyecana da Abdullah Avcı gibi başarılı bir ustaya da saygı duymalıyız.
Beşiktaş son yılların en başarısız ve en kaotik döneminde Süper Lig zirvesinden 43 puan gibi garip bir rekorla geriye düşmüşken kupaya uzandı. Altı hoca değiştirerek sezonu ancak tamamlayabilmiş bir takımın onca başarısızlık içinde Türkiye Kupası’nı alması tam anlamıyla bir derstir.
Maç başlar başlamaz anlaşıldı ki Beşiktaş beklenenin aksine oyun alanının tümünü kontrol altına almaya karar vermiş. Trabzonspor’a karşı beklenmeyen bir orta alan egemenliğiyle oynadılar. Salih, Gedson, Ghezzal ve Muçi baskıyla, alanları doldurup kapatarak, topa sahip olarak Trabzonspor’a kendi oyununu oynama fırsatı vermediler. Yine de ilk golü atan Onuachu oldu. Beşiktaş yerden oynarken, topu kapan Onuachu, Beşiktaş’ın sağ kanadında üç rakibini
Bu rekabet, tarihe çok özel sayfalarla yazılacak. Saha içinde oynayan futbol emekçileriyle, onların mücadelesini yöneten spor idarecileri, saha ve kulvar dışına çıkıp, rekabeti oyun alanından kabadayılığa taşıdılar.
Zehirli bir rekabet bu… Sportif anlamda rekabet, oyunu geliştiren, yaratıcı düşünceler ve uygulamalarla güzelleştiren ve hepimizi statlara koşturan bir dinamiktir.
Ama kirlendi bu rekabet, dedik ya, zehirlendi.
Hiçbir değere saygıları kalmadı. Birbirlerine yapılmadık hakareti, söylenmedik sözleri bırakmadılar.
Kendi aralarındaki çatışmada ortak bir hasım bulup TFF’ye de saldırıyı ihmal etmediler. Hakemleri de kurban listesine eklediler. Doymayan ihtirasları ile sadece kendileri için hak ettiklerinden fazlasını istediler.
Galatasaray-Fenerbahçe (0-1) maçı, bu ligin en unutulmaz oyunu ve skoruyla bitti. Herkes için heyecan da vardı, ibret de!
Masum hocalarla temiz emeklerin kahramanı sporcular, sonucu normal tepkilerle sindirmeye çalıştılar. O emek kahramanları arasından biri çıkıp, popülist bir gösteriyle farklı bir role
Süper Lig’de, tıpkı bisiklet yarışlarındaki gibi en öndeki kaçan gruptan ayrılıp tek başına sprint atak yaparak avantaj sağlayan lider finişe yaklaşırken; takipçisi farklı bir sürecin heyecanını yaşamaya başladı.
Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’ye dönüş hamlesi…
Altı yıl önce, 2018’deki kongreyi Ali Koç karşısında anormal bir farkla kaybeden önceki dönem başkanı, 2021 kongresinde de hiddet ve öfke ile kurşun gibi ağır eleştirilerde bulunmuş, sözünü de şöyle bağlamıştı: Fenerbahçe benim!
Doğrusu, 1907’de Ayetullah Efendi’nin, Fransa Kralı XIV Louis’nin (1638-1715) “Kanun Benim” sözlerinden esinlenerek dile getirdiği “Fenerbahçe Benim” haykırışının 2021’de öfke ile tekrarlanması, çok yadırganmıştı.
Aziz Yıldırım 2024 kongresindeki adaylığını açıklarken hiddet ve öfkeden arınmış görünüyor. Hayır, artık ‘Fenerbahçe Benim’ demiyor. “Fenerbahçe hepimizin” sözleri, ortak aidiyeti seslendiriyor.
Mourinho gibi parlak bir teknik
Sadece futbol değil, hemen tüm spor dalları “hatalar oyunu“ olarak en az beceriler kadar önemli bir özellik taşıyor. Dünkü kupa yarı finalinde de bu gerçek gözümüze battı. Kalecisi Ertaç’la paslaşarak oyun kurmaya hazırlanan Tolga Ciğerci, onca emeğine, tecrübesine rağmen ayağı kayıp sendeleyince topu kurnaz Muçi’ye kaptırdı. Ankaragücü kalecisi için bir talihsizlik ve teslimiyet anı. Muçi kaçırır mı o kale ağzındaki bal gibi fırsatı? Kaçırmaz! Böylece sabırlı ve sıkıntılı Beşiktaş taraftarlarını bekledikleri sevinç çığlığı ile buluşturuverir.
Kupa yarı finali olarak, hemen her fırsatta golü arayan, elinden geldiğince öncelik sağlama gayretinde olan iki takım da, evet, bolca pozisyona girdiler. Gol fırsatları yakaladılar ama olmadı. Beşiktaş kalabalık Ankaragücü savunması içinde topu filelere ulaştıracak bir yol (ya da kanal) bulamadı. Genç golcüsü Semih, topa sahip olarak rakipleriyle girdiği ikili-üçlü mücadeleleri direnç ve ustalıkla kazanırken, beklendiği
Mehmet Büyükekşi başkanlığındaki Türkiye Futbol Federasyonu, kimseye yaranamadı. 18 Temmuz’daki “seçimli” kongrenin temelinde hemen her kulübün, “memnunsuzlar korosu” biçiminde seslendirdiği karşı düşünceler vardı. En çok birbirlerinden şikayetçi oldular. En yaygın itiraz ve öfke hallerinde de yollarının üstündeki rakiplere karşı avantaj yaratan “hakem hataları” yer aldı.
TFF, hakem sorunlarını çözmeye ve şikayetlerin önünü almaya öncelik verdi. Ali Palabıyık, Cüneyt Çakır, Halis Özkahya, Tolga Özkalfa, Mete Kalkavan’ın beklenmeyen vedaları, istifaları, görevden azledilmeleri ya da farklı görevlere atanıp “Süper Lig dışına kaydırılmaları” hep çözüm arayışlarının sonucuydu. Sürecin sonunda gördük ki, bu işten karlı çıkan olmadı. Şimdi kısa bir ara verip TFF’nin “faaliyet raporu”na bakalım..
Son iki yılda Avrupa liglerinde kulüplerimizin topladığı 22 puanla Türkiye sıralamada 9. sıraya yerleşti ve Süper Lig
Hayır, bu maçın adı “derby” olmamalıydı. Bilinen “derby” maçları, önceden tahminlere sığmayan, favoriden söz edilemez, sürprizleri bol, heyecanlı, coşkulu, çabukluklar ve inanılmaz becerilerle dolu maçlardı. Dünkü buluşma öyle değildi.
Derby dediğin her zaman sürprizlerle dolu “ikili” mücadeledir.
Dünkü, tek taraflı, dengesiz, sürpriz olasılığını sıfırlayan bir maçtı. Özellikle ilk yarıda sadece Fenerbahçe vardı, desek yeridir. Beşiktaş kendi yarı sahasında direnmeye, kale sahasında ayakta durmaya çalıştı. 25’de Al Musrati’nin rakibinin ayağına basarak gördüğü kırmızı karttan sonra Beşiktaş daha da “yetersiz” kaldı. İstatistikler de can sıkıcıydı konuk takım için… Tek korneri yoktu Beşiktaş’ın. Topa sahip olmada 70’e 30 gerideydiler. Ev sahibinin 5 şutuna karşı konuk takım ancak tek şut (Muçi) atabilmişti. Fenerbahçe oyunu kuruyor, hücum organizasyonları yapıyor, golünü de atarken, Beşiktaş sadece top savurmaya gayret ediyordu. Hakçası,
Bu maçı sessize ayarlayıp izletseniz iki takımı da tanımayan yabancılar bir yarı final müsabakası oynandığına asla inanmazlardı. Temposu düşük, istek ve etkinliği az, teknik ve taktik hazırlığı da pek zayıf olan iki takımın karşı karşıya geldiği sıkıntılı oyun her türlü heyecandan uzak bir beceriksizlik gösterisiydi.
Ankaragücü yine ev sahibi olmanın yarattığı motivasyonla kendi sahasında daha canlı göründü. Bir kaç pozisyona girdi, en azından kendi taraftarlarını şenlendirdi.
Beşiktaş’a bakarsak... Serdar Topraktepe kenarda herhalde sinirden kopacak kadar gerilmiştir. Beşiktaş takımı ne geçiş oynuyor, ne önde baskı yapıyor, ne de bir pas iletişimiyle pozisyon kovalıyordu. Yazık kere yazık. Beşiktaşlı oyuncular, kaleci Mert, kaptan Necip ve diğerleri topu sürekli savurarak kaleden uzaklaştırma gayretinden başka hiç bir şey göstermediler.
Beşiktaşlı futbolcular da bireysel çözülme var. Kaptan Necip ve kaleci Mert hariç, her biri abuk subuk işler peşinde. Konsantrasyonu dağılmış oyuncular o kadar dalgın ki, bir kaç kez topu rakibe atanını