Konuşmaya, hele ki akıl vermeye, ahkam kesmeye bayılıyoruz.
Peki konuştuğumuz konulara ne kadar hakimiz?
Yeterince bilgimiz var mı, gelişmelerden haberdar mıyız?
Neyi, nerede, nasıl konuşacağımızın idrakinde miyiz?
Ağzımızdan çıkan her kelimeyi bir akıl süzgecinden geçiriyor muyuz yoksa konuştuktan sonra mı düşünmeye başlıyoruz?
Empati yapıyor muyuz?
Başkalarından beklediğimiz toleransı, başkalarına gösteriyor muyuz?
‘Pot kırmanın, çam devirmenin, çevir kazı yanmasın’ın ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Kelime seçerken herkese aynı özeni gösteriyor muyuz?
Her konunun olduğu gibi konuşmanın da bir usulü, adabı olduğunun farkında mıyız? Farkındaysak bunu bir yaşam biçimi haline getiriyor muyuz?
En önemlisi de konuşmak için mi konuşuyoruz yoksa konuşmamız gerektiği için mi konuşuyoruz.
Kimimiz “Söz gümüşse sükut altındır” diye susmayı, kimimiz de hiç durmadan konuşmayı tercih ediyor…
Çok konuşan bir milletiz.
Kişi başına düşen mobil telefon konuşma sürelerinde Avrupa’da da, dünya genelinde de herkese nal toplatıyoruz.
Televizyonlardaki tartışma programlarında saatlerce konuşup da hiçbir şey söylemeyenlerin sayısı o kadar fazla ki, aynı şeyleri dinlemekten bıkmadık.
Siyasetteki, kahvedeki, pazardaki, eğer hâlâ kaldıysa aile sohbetlerindeki konuşma konularına, konuşma sürelerine, konuşma kurallarına baktığınızda da değişen bir şey yok. Hemen herkes bağırarak konuşandan, kendisine söz hakkı verilmemesinden, konuşulanların incir çekirdeğini doldurmadığından, karşısındakilerin hiç bilmedikleri konularda ahkam kestiğinden ve en önemlisi de konuşana saygının olmadığından söz eder ama kendisi de aynı ritüelin dışına çıkmaz…
Konuşmak kadar, dinlenmek ve dinletmek de bir sanattır.
Konuşan biri olarak biz karşımızdakine ne kadar değer verirsek, karşımızdaki de bize o kadar değer verir.
Konuşmada ya da tartışmada karşılıklı saygı yoksa gerisi teferruattır.
Çok uzun yıllar üniversitelerde canlı olarak gerçekleştirdiğimiz Genç Bakış programındaki tek kural ‘saygı sınırlarının aşılmaması’ydı. Bu sayede en zor konular, en zor dönemlerde, en zor ortamlarda karşılıklı saygı çerçevesinde konuşulmuş ve çözüm önerileri tartışılmıştı… Söz konusu konuşma olduğunda, en önemli ayrıntılardan birisi de anlatabildiklerinizin karşı tarafın anladığı kadarıyla sınırlı olmasıdır!..
Genelde ağzımızın içinde fısıldar gibi ya da kelimelerin yarısını yutarak konuşuruz ve karşı tarafından bütün bunları anlamasını bekleriz ya da anladığını sanırız. Askerlikteki “emir tekrarı” sisteminin gerekçesi budur. Verilen her emir, alan tarafından tekrarlanır, doğru anlaşılıp, anlaşılmadığı anında kontrol edilir. Belli ki uzun deneyimler sonunda böylesi bir noktaya gelindi ve hâlâ da ısrarla devam ediliyor…
Kimimiz de sesimizi yükselttikçe daha güçlü bir mesaj vereceğimizi sanır ve bağırıp, çağırarak konuşmayı bir marifet sayar. Ağdalı dil kullananlar ve her üç kelimenin arasında bildiği yabancı dilleri serpiştirenler, aksanlı ve küfürlü konuşanlar giderek azalsa da hâlâ hemen her ortamda onlarla karşılaşmak mümkün.
Dudak okumanın yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan ve alışkanlık haline gelen konuşurken eliyle ağzını kapama yöntemi de sohbetlere gölge düşüren uygulamalardan birisi...
Aslında her kelimenin müthiş bir gücü var. “Dil kılıçtan keskin”dir denilmesi de bu yüzden. Yazarken olduğu gibi konuşurken de her kelimenin özenle seçilmesi, vereceğiniz mesajlara büyük derinlik kazandıracak ve tonlamayla da etkisini artıracaktır.
Okullarda eskiden güzel yazma, güzel konuşma dersleri vardı. Münazara yarışmalarıyla konuşma, kompozisyon yarışmalarıyla da yazma teknikleri geliştirilirdi. Kaldı ki günümüzde hangi işi yapıyorsanız yapın, sunum teknikleri çok önemli hale geldi. Bu yüzden okulda, olmuyorsa evde, evde de olmuyorsa kendi kendinize ya da kurslara giderek fikirlerinizi en etkili şekilde paylaşma yöntemleri kazanmalısınız….
Özetin özeti: Konuştuğunuz kadar varsınız!..