Nasıl oynaması gerekiyorduysa öyle oynadı sarı lacivertliler dün gece; rakibin gücünü bilerek, konsantrasyonu bir an dahi kaybetmeden ve kazanacaklarından hiç şüphe duymadan.
Her sene yarı final oynamıyorlardı Avrupa’da. Hatta bu, yüzyılı aşkın tarihlerinde bir ilkti ve sadece takımın emektarı Volkan değil daha on dokuz yaşındaki Salih veya takıma geleli sadece birkaç ay olan Webo da bu gerçeğin son derece farkındaydı. Belli ki iyi aşılanmışlardı.
Eğer o dikdörtgen sahada son saniyeye kadar koşacak gücünüz, oyunu yönlendirebilecek zekânız, kafanızdakileri ayaklarınızla hayata geçirecek yeteneğiniz ve kazanmak için hiç kaybolmayan bir isteğiniz varsa herhangi bir şeyin sizi istediğinizden alıkoyması mümkün değil. Böyle bir durumda ne güçlü bir rakip, ne direkler ne de kaçan penaltı sizi yolunuzdan çevirebilir. Fenerbahçe için dün gecenin özeti buydu.
Bugün Portekiz lideri Benfica’dan bahsetmeye gerek yok fakat onların ne kadar zor maç kaybeden, ne kadar iyi paslaşan ve ne kadar kolay gol bulan bir takım olduklarını bilmek, dün geceki zaferin ne denli büyük olduğunu anlamak için gerekli.
Eğer bir Avrupa kupasında yarı final oynuyorsanız bunu bir Avrupa kupasında yarı
Üç kulvarı üç kupa gibi yorumlayanlar oldu. Evet, mümkün olan tüm yarışların içinde olabilmek bir başarı fakat neticeye ulaşılamadıkça bu durumun tatmin edici olması mümkün değil. Kaldı ki üç kulvarda yarışır vaziyette girdiğiniz bir haftadan, kulvarsız bir şekilde çıkabilirsiniz. Bu risk, söz konusu kulvar işine fazla önem vermemek gerektiğini gösteriyor.
Fenerbahçe’nin özellikle son aylarda kendisi olmasa da neticeleri güzel karşılaşmalardaki oyun anlayışında rakibi kendi sahasına hapsetmek veya çok çeşitli atak organizasyonlarıyla sayısız gol pozisyonu bulmak yoktu, hiç olmadı. Bu nedenle Gençlerbirliği yenilgisinden sonra bu özelliklerin yoksunlundan şikâyetçi olmak doğru değil; bu baskı maçın son anlarında dahi kurulamamış olsa da.
Fenerbahçe’nin Ankara’da yapamadığı, rakibini durduramamak oldu. Yenen gollerde yine bireysel hatalar ön plana çıksa da rakibe kolay pas olanağı sunmak, orta sahada yeterli etkinliği gösterememek ve topu ileriye taşıyamamak her zaman en azından kompakt ve organize görünen sarı lacivertlileri takım halinde oldukça etkisiz bir görüntü içine soktu.
Bu yenilgi sonrası Galatasaray’ın şampiyonluk yarışında çok önemli bir avantaj yakaladığı
Kullandığı penaltıyı kaçırarak takımının galibiyetini engelleyen futbolcuyu bir Yunus Emre anlayışıyla karşılarken, verdiği kararın doğru veya yanlış olmasından bağımsız bir şekilde penaltımızı vermeyen hakeme karşı, onu hemen oracıkta öldürüverecek kadar nefretle dolmamızın nedeni, futbolcunun bizim mahallenin, hakemin karşı mahallenin çocuğu olması.
Dün Galatasaray’ın rakip filelere gönderdiği top sayısı ile kulübeden tribüne gönderilen teknik adam sayısı aynıydı; üç. Normal şartlar altında, bu birinci üçlünün sevinç, ikinci üçlünün ise üzüntü ve yüz kızarıklığı nedeni olması beklenir fakat ülkemizde bu durum bir beklentiden ziyade “çok beklenilenler” sınıfına giriyor. Bunun nedeni ise basit, haksız kararlar.
Bunu nasıl başarıyor bilemiyorum ama TFF bugün sadece dört büyük takıma değil, STSL’deki istisnasız her takıma haksızlık ediyor; en azından herkesin iddiası bu şekilde. Acaba gözlüklerimiz biraz buğulanmış olabilir mi?
Sahip olduklarımızdan şikâyetçi olmak kimseye bir fayda sağlamadığı gibi şikâyet edenin, şikâyetçi olduğu duruma katkısının olması bu yakınmaları anlamsız da kılıyor. Bu nedenle şikâyet etmekten ziyade bir tespit yapmakta fayda var.
Benim
Karşıdaki takım Real Madrid olsa da oyunun adı futbol, milli özelliğimiz de duygusallık olunca umut içimizi hiç terk etmedi. Oyuncu sayılarının eşitliğine güvendik; en çok da topun şekline.
Gelsenkirchen’deki zafer o gözlerimizin içi gülerken sorduğumuz ve içinde yanıtını içeren “neden olmasın” sorusunu daha bir inanarak sormamızı sağladı; bu sorunun “ya çıkarsa”dan çok da bir farkı olmadığı halde.
Bu nedenle yöneticiler tarafından maçtan önce Galatasaray ile ilgili olumlu değerlendirmeler yapıldı, yorumcular bu seviyede takımlar arasında fazla fark olmayacağından bahsetti ve taraftarlar sadece barları kafeleri değil, Bernabau’nun üst tribünlerini de doldurdu.
Fakat o yeşil sahada üst üste konulduklarında iki takım arasındaki büyük fark, ortaya çıktı.
Dünkü karşılaşma için, Fatih Terim’e fatura çıkarmak önce benimde aklıma geldi ancak bizim elimizdeki tüfeklere karşılık onların savaş uçakları olduğunu düşündüğümde bu eleştiri oldukça anlamsız geldi. Nitekim Real Madrid, sahadaki görüntüden farklı olarak öyle bir his uyandırıyordu ki sanki şartlar ne olursa olsun İspanyollar istediğini alacaktı.
Zira dünkü maçla ilgili tamamen bir yukarı tükürsen bıyık, aşağı
Eduardo Galeano, kült kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da hakemden şöyle bahsediyor: “... Futboldaki tek ortak nokta herkesin ondan nefret etmesidir. Sahada en çok koşan odur. Maç boyunca, yirmi iki oyuncunun arasında dörtnala giden bir at gibi koşturur. Bu denli büyük bir özverinin karşılığında gördüğü ödül ise seyircilerin uluyarak kellesini istemesidir…”
Aslında hakemler bu durumdan şikâyetçi değildir, çünkü tüm bunları bile bile bu işe soyunmuşlardır. Onların o yeşil sahada olma isteği öylesine büyüktür ki, kazananın onlara rağmen kazanmış olmasını da, kaybedenin sadece onlar yüzünden kaybetmesini de sineye çekebilirler.
Peki ya içinde onlarca değişken olan futbolun tek belirleyicilerinin onlar olduğunu düşünmek? Bu, onların dahi katlanamayacağı ve son derece haksız, yüzeysel bir yargı; en masum ifadeyle körlüktür!
Türk Futbolu’nun katili gerçekten Türk hakemleri mi?
Diyeceğim şey asla hakemlerin hatasız olduğu değil. Onları savunacak da değilim. Fakat onları katil ilan edip iplerini çekmeden önce futbol sinemasının diğer aktörlerine de bir göz atmakta büyük fayda var.
Medyadan başlayalım. Gazetelerin spor sayfalarını düşünün. Hani şu içinde bol bol “şok” veya
Takımı, Sivasspor deplasmanından alışık olunmadığı şekilde gol yemeden üç puanla döndükten sonra Samet Aybaba maçın kahramanı olan McGregor için kelimesi kelimesine aynı olmasa da aynı anlama gelecek şu ifadeleri kullanmıştı: “McGregor bugün müthiş oynadı, ondan her maç aynı performası bekliyorum.”
Aslında bu açıklamalar Samet Hoca’nın takımı ile ilgili itirafları niteliğindeydi. Zira ligin en iyi hücum eden ve en çok gol atan takımı Beşiktaş’ın maç kazanabilmesi için gol yemeyen bir kaleciye muhtaç olması böyle bir kaleci var olmadığı için olanaksız, bu durum bu kadar açık bir şekilde beyan edildiği için de üzücüydü.
Beşiktaş ile ilgili genel yorum onların oyunu kontrol edemedikleri yönünde ama ben Beşiktaş’ın kendini kontrol edemediğini düşünüyorum. Hani bir reklam sloganı vardı “kontrolsüz güç, güç değildir” diye, bu Beşiktaş için oldukça uygun bir cümle. Çünkü siyah beyazlıların sadece savunmada değil, son derece etkili ve her takıma karşı gol atabilecek hücum hattında da bir kontrolsüzlük durumu söz konusu. Çok etkililer ama bu onların bilinçli oldukları anlamına gelmiyor. Hal böyle olunca da maç kazanmak ya rakibin çok gol kaçırmasına ya da kendi kalecinizin üstün
Nisan ayına iki takımla girmek alışkın olmadığımız değil bugüne kadar hiç yaşamadığımız bir duygu; büyük sevinç ve gurur kaynağı.
Sezon başında Galatasaray ve Fenerbahçe’nin rakiplerinden çok daha iyi bir grafik çizmesi bekleniyordu fakat bu grafiğin ligde değil de Avrupa’da çizilmesi yine futbolun bizi ters köşeye yatırdığı bir gelişme oldu.
Galatasaray, Gelsenkirchen’deki futbolu, cesareti ve galibiyeti ile tarih sayfalarına altın kalemle bir iz bıraktı fakat bu sayfaya iz bırakcak bir takım daha vardı: tarihinde ilk kez Avrupa Ligi’nde çeyrek finale kalmayı başaran Fenerbahçe.
Sarı kırmızılılar aslında savunma güvenliğini ikinci plana atarak, oldukça riskli bir kadroyla çıktı Schalke 04 karşısına. Fenerbahçe ise hem Kocaman’ın genel anlayışı hem de ilk maçın skor avantajı doğrultusunda önceliğini savunmaya vererek mücadele etti. Fakat iki takımın da bir ortak yönü vardı: ikisi de en iyi bildiği şeyi yaptı.
Veltins Arena’da kötü oynayan bir parçalı, Şükrü Saraçoğlu’da turu istemeyen bir çubuklu yoktu. O gece Almanya’nın Ronaldo’su Burak olurken, Kadıköy’ün Draxler’i de Salih’ti. Çünkü ikisi de maçın gidişatını değiştiren ayaklar oldu.
Belki yeri ve zamanı değil ama
Futbol biz Türklerin beklentilerini çoğunlukla boşa çıkarmıştır. Bu nedenle Plzen maçı öncesi benim için en umut verici olay medyamızın, yorumcularımızın ve hepsinden önemlisi Fenerbahçe’nin Çek ekibini ciddiye almasıydı. Nitekim bu durum sarı lacivertlilerin o A.Madrid veya Napoli’ye dar olan Doosan Arena’da son derece dikkatli, kendinden emin ve rahat oynamasını sağladı.
Fenerbahçe soğukkanlı bir takım ve onun bu özelliği özellikle derbilerde ve Avrupa maçlarında kendisine büyük avantaj sağlıyor.
Açıkçası uzun zamandır bir Türk takımının bir Avrupa deplasmanında bu denli bilinçli oynadığına, rakibine kendisini kabul ettirdiğine ve sadece istatistiklerde değil maçın skorunda da üstün olduğuna rastlamamıştık, hele hele bu seviyedeki bir karşılaşmada. Bu nedenle Fenerbahçe’nin Plzen galibiyeti, kolay alınmış gibi görünse de, son derece önemli bir başarı.
Fenerbahçe rakibi karşısında sayısız pozisyona girmedi fakat ona pozisyon şansı da vermedi,ki önemli olan buydu. Sarı lacivertliler topa sahip olduklarında yaratıcılıktan da uzaklardı fakat bu yolla rakibin top kullanmasına izin vermediler ve yine bu durum daha önemliydi. Aykut Kocaman ve öğrencileri için tüm bunları