Eskiden futbol afyon denilirdi şimdi sanırım siyaset toplumun afyonu oldu. Zira bir haftadır hepimiz memleket meselelerine öylesine daldık ki futbola dair her şeyi unuttuk.
İşin esprisi bir tarafa Türkiye, tarihi bir hafta geçirdi ve hiç kimsenin bırakın öngörmeyi, olmasına olasılık dahi tanımadığı gelişmeler oldu; tepki, birlik ve dayanışma gibi.
Yaşanan olayların birçok boyutu var; bunların içinde de çok üzücü taraflar. Fakat oluşan kalabalıklar son günlerde olduğu gibi gazla zehirlenmediği ve bilinçli, aklı başında, kırıp dökmeyen bireylerden oluştuğu sürece işin çok olumlu yönleri de mevcut.
Mesela taraftar gruplarının omuz omuzalığı…
Aslında tüm taraftar gruplarının tarafı aynı, o da taraftarlık. Tek eksik, içlerinden bakılan ve esasında tamamen aynı olan gözlüklerin renklerinin farklı olması.
Her taraftar futbola, kendi takımına ve rakip takımlara aynı bakar; sadece takımların ismi değişiktir. Bu nedenle ne zaman ki gözlüğün renginin farkı yerine çerçevesi ve camının aynı olduğu keşfedilir, işte o zaman tüm farklar ortadan kalkar; insanları birbirini boğazlamaya kadar götüren tüm farklar.
Taraftar grupları açısından Gezi Parkı tepkisinde yaşanan aslında bu
Aykut, çocukluğumun kahramanlarındandı.
Tekrar olacak ama çoğu arkadaşım göğsünde Emlak Bankası yazan o klasik formanın 9 veya 10 numarasını tercih ederken benim ilk formam 11 numara olmuştu.
Kimseye benzemiyordu, farklıydı.
Jimnastikçiydi.
Sıfırdan gol atardı.
Voleleri meşhurdu.
O efsane üçlünün parçasıydı.
Akranları ve meslektaşlarının aksine mürekkep yalamıştı. Akıllı ve efendiydi.
Büyük maçların ve büyük turnuvaların takımlara her zaman büyük katkısı olur. Oradaki üst seviye ve zorluk, takımları limitlerini zorlamaya iter ve ister istemez kapalı bir potansiyeli ortaya çıkarır. Bu durum sadece o maçı veya turnuvayı kazanan için değil o şampiyona da mücadele eden herkes için geçerlidir.
Nitekim dün Ankara'da Fenerbahçe'ye 51. Türkiye Kupası'nı getiren unsurların başında sarı lacivertlilerin bu sene Avrupa Ligi'ndeki başarılı kupa performansı geliyordu.
Zira Trabzonspor karşısında sarı lacivertliler kimi zaman Kadıköy'de Lazio ile oynarkenki atak, kimi zaman da Plzen deplasmandaki kontrollü oyun görüntüsüne büründü ve rakibinin her farklı görüntüsü bordo mavililerin işini biraz daha zorlaştırdı.
Fenerbahçe'nin aksine Trabzonspor ise maça çıkmadan önce, sadece son haftalardaki toparlanma hariç kötü geçen ve rakibine kıyasla çok daha az sayıda maç yaptığı bir sezonu geride bırakmış, bordo mavililerin zorlayıcı, başka bir deyişle potansiyel artırıcı maçları sadece derbilerle sınırlı kalmıştı.
Bu durumun sonucu Fenerbahçe'nin rakibine kıyasla tecrübe, özgüven ve alışkanlık avantajlarına sahip olması oldu ki bu duruma sarı lacivertlilerin genel
Futbol eşittir şiddet ve o da eşittir holiganizm denklemine;
Bu denklemin olağan kabul edilmesine;
Çocukların, kadınların, yaşlıların, didişmek için değil, keyif için gelenlerin futboldan uzaklaşmaya başlamasına;
Sadece kendilerinin haklı olduğunu düşünenlere, empati yoksunlarına;
Gördüğüm doğruları söylerken bile bir tarafın düşmanı ilan edilmeye;
Her söylenen söze, her eleştiriye geçmişten bir karşılık bulunmasına, her şeyin bir ‘hesaptan düşme’ gibi gösterilmesine;
Yasalara aykırı eylemleri kendi kulübü yapınca susanlara, hatta destek verenlere;
Önceliği gazetecilik mesleği değil tuttuğu takım olan meslektaşlarıma;
Metrobüslerden tiksinir oldum. Tabelalarından, ayrılmış yollarından.
Şoförü ayrı, yolcusu ayrı rahatsız ediyor artık beni. Hele o durakları, merdivenleri, üst geçitleri…
Her köşesinden eli bıçaklı birisi çıkacak gibime geliyor.
Formalardan, renklerden de sıdkım sıyrıldı kaç gündür. Statlar anlamsızlaştı, dinlediğim spor radyoları değersizleşti; futboldan soğudum o çok sevdiğim sihirli oyundan.
Artık dibe vurduk. Bıçak kemiği geçeli çok oldu. Sıfırı tükettik.
Tükendik.
Aslında toplum olarak spor sağlığımızı yitireli, birbirimize karşı sevgiyi, saygılı, anlayışı kaybedeli çok olmuştu. Alışmıştık karşımızdakinin söylediklerinin bir kulağımızdan girip diğerinden çıkmasına. İyiyi karşımızdaki yapınca kötü, kötüyü biz yapınca iyi görmek son derece normal bir hal almıştı. Nihayetinde iyice inandırmıştık kendimizi ki bu spor işi ötekileşme, düşmanlaşma vesilesinden başka bir şey değil. Kin, nefret ve hakaret de bu işin olmazsa olmazları.
Fakat hafta sonu başka şeyler oldu.
Galatasaray'ın rehavetinden, Fenerbahçe'nin arzusundan, Webo'nun emeğinden, Volkan ve Sabri'nin çirkinliklerinden, şampiyonluktan, 14 yıldan ve derbiye dair aklıma gelen her şeyle ilgili bir şeyler yazmaya başlamıştım ki o haber geldi; Burak Yıldırım'ın bıçaklanarak öldüğü haberi.
Olayın nasıl olduğundan değil, saçmalığından, pisipineliğinden, acısından bahsetmek dahi zul şimdi.
Yazamıyorum.
2002-2003 sezonu Fenerbahçe tarihinin en zor sezonlarından biriydi. Şampiyonluk yarışından sezon ortalarında kopan sarı lacivertliler ligin son maçında Göztepe’yi de mağlup edemeyince Avrupa biletini Malatyaspor’a kaptırmıştı.
Fakat o başarısız sezon dahi, son haftalarına girdiğimiz 2012-2013 sezonu kadar acı verici olmamıştı Fenerbahçe taraftarı için. Bu durumun çok temel bir nedeni var: potansiyeli kullanamamak.
Fenerbahçe’nin sezon başında ve ortasında milyonlarca lira harcayarak kurduğu kadro kötü olmadığı gibi, bu kadro hele hele 32 maçta sadece 58 puan toplayacak kadar kötü hiç değil.
Fakat sezonun ilk haftalarından itibaren o derece yanlış kadro seçimleri yapıldı o kadar yanlış isimlerde ısrar edildi ki günün sonunda Fenerbahçe potansiyelinin çok daha altında bir puanla sezonu tamamlamaya hazırlanır hale geldi.
Kuyt sezonun ilk haftalarında, Sow son haftalarında yanlış yerlerde değerlendirildi. Fakat tecrübe ve yetenekleri sayesinde bu farklı bölgelerde dahi çok sırıtmadılar.
Kaleci Mert’e fazla şans verip bu oyuncudan yeterince faydalanılamadı. Salih parlarken Recep Niyaz’dan hiç haber çıkmadı.
Stoch ve Krasic, Semih ile birlikte görmezden gelinirken Alex de
Tek kelimeyle kötüydü dün Fenerbahçe. Oyunu rakip yarı sahaya yıkmak zaten onların tarzı değildi ama bu kez oyunda tutulamadı, pas dahi yapılamadı.
Yobo belki de sarı lacivertli formayla en kötü maçını çıkardı. Cristian’ın yine varlığı ve yokluğu farksız, Salih kayıplardaydı. Sow yine yalnız diğerleri de etkisizdi. Bir tek Gökhan vardı maçın hakkını veren o da bunun karşılığını kafasına aldığı tekme ile aldı.
Bir hafta önce sahada basılmadık yer bırakmayan Fenerbahçe dün adeta üzerine ölü toprağı alarak çıkmıştı maça ve bu miskinlikten bir türlü kurtulamadı.
Sonuçta her şey rakibin istediği gibi gitti. Bize nazaran o kadar fazla inanmış, o kadar fazla istemiş ve o kadar iyi oynuyorlardı ki hakemin, aleyhimize yapılsa UEFA’nın kapısına siyah çelenk bırakacağımız düdükleri dahi anlamsız kaldı.
Yarı final her sene görülen bir seviye, her sene yaşanan bir heyecan değil. Bu nedenle tabi ki tebrikler Fenerbahçe. Fakat keşke mevcut oyuncular eksikleri bu kadar aratmasa, bu film bitecekse de en azından bu kadar kolay bitmese, ölünecekse de savaşarak ölünseydi.
Twitter:_acn_