Türk takımları Avrupa arenasında defalarca oynadı ve birçok galibiyet aldı ama hiçbirisi Kopenhag maçının ilk yarısındaki Galatasaray kadar etkili değildi.
İlk kırkbeş dakikadaki oyunun en doğru ifadesi sarı kırmızlılı tüm futbolcuların hem bireysel hem de toplu olarak hiç olmadıkları kadar hızlı, güçlü, dikkatli, keskin ve bitirici oldukları olabilir. Öyle ki ilk yarıdaki oyun maçın farklı kazanılması için yeterli oldu.
Bu galibiyet ile Galatasaray bir facia ile başladığı grubunda ipleri de eline almış oldu. Zira Danimarka ekibinin bir sonraki maçta tekrar mağlup edilmesi durumunda Mancini’nin öğrencilerine gruptan çıkmak için Juventus’a bir kez daha yenilmemek yeterli olacaktır; Juventus kendi sahasında Real Madrid’ten puan alsa dahi. İtalyan ekibinin Real Madrid’e ikinci kez yenilmesi durumunda ise kalan maçlardan alınacak iki puan bile sarı kırmızılıların grubu ikinci sırada tamamlamasına yetebilir; TT Arena’da farklı bir beraberlik olmadığı sürece.
Mancini çok önemli bir teknik direktör fakat Galatasaray’a öyle bir şekilde geldi ki normalde o havaalanının stadyuma çevrilmesi gerekirken kendisini karşılamaya hiçbir taraftar gitmedi. Taraftarların ona ilgisizliği
Yaşı yirmiden küçük olanlar son Dünya Kupası maceramızı muhtemelen çok aklı başında hatırlamaz. Yirmiden büyüklerin hafızasında ise bu güzel anıların üzerine tam on bir yıllık bilgi kaydedilmistir. Velhasil bir Dünya Kupası heyecanı yaşamayalı bayağı oldu ve en az dört buçuk yıl daha olacak.
Potansiyeli kullanamama ve gelişememişlik arasında sanırım yakın bir ilişki var ve bu durumun en somut örneklerinden biri futbolumuz.
Milli takım için yapılacak en kolay ve bir o kadar da doğru teşhislerden biri "beklenmeyeni yapmak" olabilir veya "bekleneni yapamamak". Nitekim "işimiz zor" dediğimiz maçlarda da "lokum" karşılaşmalarda da milli takımın yaptığı kolay kolay değişmiyor; şaşırtmak. Bu derece şaşırtıcı olmanın modern dünyadaki bir diğer karşılığı da gücünü kontrol edememek ve şu an aklınıza gelen o reklam sloganının da malesef haklılık payı oldukça büyük.
Bu açıdan bakıldığında aslında maç sonunda Robben veya Van Gaal'ın bizi öven görünen cümleleri bizim için normalden çok daha olumsuz. Zira Hollandalılar özetle "diğerleri kendi yapabileceklerinin üzerine çıkarken siz daha mevcudu kullanamıyorsunuz" diyor.
Maçlar başlamadan önce spikerler genellikle güzel, gollü maçlar diler. Futbolun meyvesi olan gol maçların güzellik göstergesi olarak kabul edilir fakat golsüz güzel maçlar da olabilir; tıpkı dün akşam olduğu gibi.
Mustafa Reşit Akçay, maç öncesinde “öncelikle rakibi durdurmaya çalışıp, yapabilirsek ani ataklarla gol arayacağız” dediğinde bu cümleden, bir teknik direktörün maçtan önce taktiğini açıklamasından emin olmadığım ölçüde şüphelenmiştim fakat maçın ilk dakikasından sonuncusuna kadar bordo mavili oyuncuların görüntüsü bu açıklamayı doğrulamak bir tarafa onun az bile olduğunu gösterdi.
Konuk takım Kadıköy’e, adeta bir Şampiyonlar Ligi deplasmanına çıkar gibi gelmiş. Zira hemen hemen üç stoperli ve santraforsuz oyun anlayışı ile hedefin bir puandan fazla olması fazla iyimserlik olacağı gibi, maç oyunca rakip kaleye neredeyse hiç şut atılmaması da Akçay’ı hiç rahatsız etmedi.
Trabzonspor açısından, “amaç bir puan mıydı” sorusuna verilecek evet yanıtından sonra bordo mavili herkes için gece tatmin edici olabilir fakat “amaç neden bir puandı” sorusu beraberinde çok daha uzun bir tartışma getirecektir.
Fenerbahçe açısından dün akşam eksik olan tek şey bilinçti.
Bir önceki yazımda Fatih Terim’in ayrılışı üzerine düşündüğüm her şeyi söylediğim için konunun o boyutuna girmeyeceğim.
Şimdi “kral öldü, yaşasın yeni kral” misali Mancini’den bahsetmek gerek.
İlk söz; Mancini çok iyi bir teknik direktör. Öyle ki Türkiye’ye gelmiş en iyilerden biri.
Ufak çaplı bir araştırma yaptığınızda Roberto’nun çok parlak bir futbolcu olmadığını görürsünüz ki bu bana göre iyi bir teknik direktör olmak için avantaj. Bu düşüncemin nedeni yine ünlü bir İtalyan teknik adam olan Arrigo Sacchi’nin “jokey olmak için önce at olmak gerekmez” sözüne ilaveten yıldız futbolcuların çoğunlukla kötü teknik direktör olduklarına, bunun nedeninin de yıldız futbolcuların sahip olduğu özelliklerin, teknik adam rollerinde onlara olumsuz yansıdığına inanmamdır. Bu uzun tartışmayı da şimdilik bir kenara koyuyorum.
Mancini’nin kupalar ve başarılarla dolu teknik direktörlüğünün en önemli unsurlarından biri disiplin. Öyle ki İtalyan teknik adam, Nasri ve Hart gibi parlak oyuncuların yeterince çalışmadıklarını düşünecek kadar disiplinli, Tevez’e “beğenmiyorsan defolup (aslında kullandığı kelime bundan biraz daha ağır) Arjantin’e git” diyecek kadar da sözünü esirgemeyen birisi.
Galatasaray’ın bu sene rakiplerini korkutan bazı özellikleri vardı. Güçlü kadro, oturmuş sistem ve en önemlisi Fatih Terim.
Fatih Terim’in tüm spor kamuoyunun hayranlıkla izlediği bir beyefendi olduğunu söylemek zor. Fakat bu, onun Türkiye’nin en başarılı ve en iyi teknik direktörü olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Eğer onca yanlışına karşın Fatih Terim bu ülkede bir numara ise bu, ondan ziyade onu geçemeyenlerin sorunu.
Bu teşhisten sonra Galatasaray yönetiminin aldığı ani kararı tekrar düşünürsek, ortaya “bindiği dalı kesmek” deyiminin anlamını hatırlatan bir tablo çıkıyor.
Ülkemizde maalesef kulüpler çok kötü yönetiliyor ve en kötü yönetilenler de en büyük olanlar. Ünal Aysal başkanlık koltuğuna oturduğu ilk günden beri Galatasaray’ı “patron” edası ile ve sahip olduğu şirketlerden farksız bir şekilde yönetiyor. Fakat ikisinin de yönetim kurulu başkanı olsanız dahi şirket ile spor kulübü arasında ufak bir fark var; şirketin sahibi olabilirsiniz ama kulübün değil.
Galatasaray yönetiminin yaptığı yanlışın altını daha net çizebilmek için bu farkları biraz daha gün yüzüne çıkarmakta fayda var; mesela “takım” kavramından başlanabilir. Yeşil sahadaki on bir adama ekip
Sonrasında futbol konuşulamayan bir derbi daha.
Bizi ileri taşımasını beklerken olduğumuz yerden de geriye götüren yeni bir büyük maç.
Gelin peşinen anlaşalım. Bizim futbolumuz da derbimiz de bu: kavga, küfür, keşmekeş.
Kazandığımız kadar seviyoruz futbolu, kaybettiysek batsın bu dünya.
***
Başlamadan söyleyeyim, olayların “komplo” olduğu iddiası var. Bu iddia doğru dahi olsa sahaya inen binlerce Beşiktaşlının yaptıklarına bir mazeret olmaz. Çünkü kural belli sahaya girmeyeceksin!
Maç içerisinde Twitter’dan “BJK’nın ilk puan kaybına vereceği tepki, onun kaderini belirleyecek” diye yazdım ve bunu yazarken Beşiktaş adına endişem il kayıpta, taraftarın homurdanabileceği ve Bilic’in çeşitli mazeretler öne sürebileceğiydi; bu kadarını asla aklıma getirmemiştim.
Rakibiniz Real Madrid ise riskiniz ölçülebilir değildir. Zira sadece oyuncularının kalitesi değil, o kulübün dünyaya bakışı dahi karşılaştırma kabul etmeyecek kadar farklıdır sizden. Dışarıdan bakınca “o da takım veya onlar da on bir kişi” deme gafletinde bulunabilirsiniz ama bu, bir Ferrari ile Lada’yı aynı keseye koymaktan farklı olmayacaktır.
Fakat konu futbol olunca onlarla yapacağınız yarış, arabaların yarışı kadar mekanik olmaz. Zira bu işin içine şans, istek, mücadele, azim, zekâ ve diğer bir dolu unsur girer ve eğrisi doğrusuna denk gelip onları alt edebilirsiniz; tabi edememeniz daha büyük bir olasılıktır.
Nitekim Salı günü edemedik. Üstüne üstlük çok da ağır, yüz kızartıcı bir yenilgi aldık. Fakat İspanyolların galibiyeti için “büyük sürpriz” demek mümkün mü? Değil. İsterseniz maçla ilgili bahis oranlarını kontrol edebilirsiniz. Ha, konu üç değil de altı gol yemekse lütfen ilk cümleye tekrar bakın.
Bizim takımların kendini dev aynasında görme yaklaşımı ezelden beri var. Geriye dönüp baktığımızda Avrupa başarılarımız bir elin parmaklarını geçmez ama her turnuvaya kupa parolasıyla çıkarız. Elbette hedefi yüksek koymak kadar doğru bir şey yok. Çünkü ikinciliği
Avrupa’nın en batısı sayılabilecek Lizbon İstanbul’a 3245, Tokyo’ya 11.168 km uzaklıkta.
Moskova ile İstanbul arası 1.756km iken aynı şehrin Tokyo ile arasında 7.500 km var.
Cape Town’dan İstanbul 8.376, Tokyo 14.730 km.
New York da İstanbul’a Tokya’dan 2.800 km daha yakın.
Velhasıl Avustralya, Çin ve diğer birkaç ülke dışında İstanbul, Tokyo’ya oranla her ülkeye çok daha yakın mesafede; saat farkının az olması da cabası.
Elbette yakınlık ve saat farkı bir şehre olimpiyat oyunlarını düzenleme yetkisi verilmesi için başta gelen ölçütler değil fakat bunlar önemli, zira değiştirilemez. Bir başka deyişle, olimpiyatlar için altyapı, organizasyon ve tesis gibi unsurlara sıkı bir çalışma sonucunda sahip olabilirsiniz ancak ülkelerin yerini kolay kolay değiştiremezsiniz.
Hâl böyleyken, üstüne üstlük altyapı ve tesis anlamında da İstanbul bu kadar önemli vaatlerde bulunmuşken seçmelerden bir kez daha eli boş dönmesinin ardından sorulması gereken bir soru var: neden? Fakat “neden vermediler?” değil “neden alamadık?”
Ben çocukken Bulgar bir hakem vardı. Bir milli maçta Rıdvan rakibi tarafından ceza sahasında düşürüldüğünde hepimiz penaltı beklerken penaltıyı vermediği gi