Cengiz Ünder, Emre Mor, Yusuf Yazıcı 20; Çağlar Söyüncü 21 yaşında. Ne mutlu ki henüz bozulmadılar. Daha doğrusu tepeden tırnağa yanlışlar içindeki futbol dünyamız içine alıp henüz bozamadı onları.
Bizde sürüsüne bereket “işte bu çocuk Türk Futbolu’nun geleceği” denilip sonradan kaybolan veya kaybedilen isimlerin. Batuhanlar, Sercanlar, Okaylar, Muhammetler, Eren Albayraklar… Veya daha önceki nesilden Selçuk Şahinler, İbrahim Toramanlar, Kemal Aslanlar, Servetler ki bu neslin takımı 2003 yılında Kuarezmalı, Ronaldolu, Alvesli Portekiz’i iki maçta da yenip herkese nasıl da umut vermişti. Şimdi onlar nerede, bizimkiler nerede?
Sakın Ozan Tufan, Semih Kaya, Serdar Aziz, Necip Uysal veya Alper Potuk ve benzerlerinin büyük takımlarda oynuyor olması sizi aldatmasın. Bırakın ilerlemeyi, seneden seneye geri gidiyorlar. Onlar da Türk Futbolu’nun açamayan güllerinden.
Gül tomurcuğa kadar gelip de açmıyor, açsa da güzel kokmuyor, güzel koksa da yaşamıyorsa sorun toprağından ziyade güneşinde, gübresinde, bahçıvanındadır. Güneşi çok sever güller. Ne kadar çok güneş alırsa o kadar çok açar; tıpkı ne kadar çok çalışırsa o kadar başarılı olan futbolcu gibi. Nasıl ki daha fazla güneş
Arda ile ilgili aslında tekrar yazmayı düşünmüyordum ta ki onun "ben milli takımı bırakıyorum" açıklamasını duyana kadar. Arda'nın yaşça kendinden iki kat büyük birine hakaret edip saldırmasının yenilir yutulur bir yanı yok ama milli takımı bırakma açıklaması bu skandalı dahi gölgede bırakıyor.
Benim bildiğim kimse milli takımı bırakamaz. Milli takım bir nevi vatani görevdir; çağırılırsan gidersin, çağırılmazsan gitmezsin. Gittiğinde de hiçbir çıkar beklemeden ve her türlü zorluğa karşı tüm gücünle işini yaparsın; sloganla değil icraatla. Bugün o ay yıldızlı formayı taşımak için can atan binlerce futbolcu varken bu forma kendisine layık görülmüş birinin "bırakıyorum" demesi ne büyük bir hadsizlik, ne büyük bir gaflet. Nitekim aynı gaflet Arda'ya birkaç ay önce de "Arda gibi bir futbolcu bu ülkeye yüz yılda bir gelir" cümlesini söyletmiş ve son Avrupa Şampiyonası'nda yine ipe sapa gelmez açıklamalar yaptırmıştı.
Bugün gelinen durumun empatiyle, anlayışla karşılanacak veya alttan alınacak bir tarafı yok. 30 yaşında birisi 60 yaşındaki birisine saldırırsa bu ayıptır. 30 yaşındaki bir futbolcu 60 yaşındaki bir gazeteciye saldırırsa bu daha büyük bir ayıptır. 30 yaşında
En son 26 yıl önceydi Beşiktaş’ın iki yıl üst üste şampiyonluk sevinci yaşaması. Bugün bu “eski” duygu siyah beyaz gönüllerle tekrar buluştu. Hem buluştu hem de gelecek için umut verdi…
Ezeli rakipleri yanlış hesapları nedeniyle sezon sonunu zor getirirken Beşiktaş öyle bir iki senelik değil, ta Aybaba döneminden beri ektiği tohumların meyvelerini topluyor. Maddi açıdan “feda” seviyesinden, dönemsel olarak kâr eden tek takım olma mertebesine gelinirken sportif olarak da “öğrenilmiş çaresizlik” yerini özgüvene bıraktı son yıllarda.
İyi futbolun iyi oyuncularla oynandığı kesin ama Beşiktaş’ın başarısında aslan payı Şenol Güneş’in. Zira Şenol Hoca geçen sene birlikte mutlu sona ulaştığı mürettebat değişse de gemiyi yine sağ salim limana ulaştırmayı başardı. Takımın en etkili iki oyuncusu gitti, yerlerine başkaları geldi; sonuç değişmedi. Aslına bakılırsa gelenler gidenlerin yerini kolay kolay dolduramazdı ama kalanlar da geçen seneye göre vites yükseltti.
Hücuma dönük anlayış siyah beyazlıların bu sene de en büyük gücü oldu. Savunma hem bireysel hem de toplu anlamda vasatı ya aşar ya aşamazken kolay gol bulma anahtarı çoğu kapıyı açtı; savunmaya iş bırakmadı.
Şampiyonlar
UEFA’nın finansal adil oyun (FFP) kriterleri Avrupalı kulüpler tarafından ciddiyetle takip edilip hayata geçirilirken bizim kulüpler yalpalamaya devam ediyor. Bu kapsamda ya en kötü senaryo olan men cezası alıyoruz ya da yalvar yakar anlaşmalarla süre kazanmaya çalışıyor.
Avrupa kulüpleri FFP sonrası, dikkatli politikalarla kâr oranlarını toplam bazda 3 kat artırırken bizim dört büyükler iyileşme şöyle dursun, gün geçtikçe daha da kötüye gidiyor. Bu durumun en büyük nedeni yanlış varsayımlar. Kulüp yönetimleri gerek ilgili yılın gerekse önümüzdeki sezonların bütçesini hazırlarken çeşitli öngörülerde bulunuyorlar fakat öngörülen gelirler gerçekleşenlerin üzerinde kalırken, giderler de gerçekleşenlerin mütemadiyen altında tahmin ediliyor. Netice; her yanlış hesabın Bağdat’tan dönmesi gibi dönem sonlarındaki acı gerçek kulüp yönetimlerinin yüzünde bir tokat gibi patlıyor.
4 büyük kulübün finansal tabloları daha önce değerlendirmiş ve kâr/zarar rakamlarını incelemiştim. Kulüp finansallarındaki bir önemli kriter de borçlar.
2010 yılında 4 büyük kulübün toplam borcu 1.15 milyar TL iken bu rakam bugün 5 kattan fazla artarak 6,5 milyar TL’ye ulaştı.
Toplam borcun 2010 ve
Futbolda veya basketbolda her sene bir takım Avrupa Şampiyonu olur. Olmasına olur da bir 2012’deki Çelsi gibi Şampiyonlar Ligi’ni kırk yılda bir kazanmak vardır bir de iki sene önceki Barselona gibi ta en başından beri kupanın favorilerinden gösterilip yıllardır oraların gediklisi olarak kupaya uzanmak. Fenerbahçe basketbol takımı Çelsi değil Barselona gibi Avrupa Şampiyonu oldu.
Bugün heyecan o kadar yüksek ve mutluluk o kadar çok ki Fenerbahçe’nin elde ettiği başarının büyüklüğü tam anlaşılamayabilir. O zaman dönüp geride kalan takımlara bir bakmak gerek. Çünkü bu kupayı defalarca kaldırmış Panatinaykos’ların, Makabi’lerin, ÇSKA Moskova’ların nefeslerinin yetmediği bu uzun yolda mutlu sona ulaşıldığını görmek başarının büyüklüğünü daha iyi anlatıyor.
Dün kupa Fenerbahçeli basketbolcuların ellerinde yükselse de sevinç tüm Türkiye’deydi; ortaktı. Zira başarılar bu denli büyük olunca kulüp sınırlarını aşıp ulus boyutuna erişiyor. Bugün sevinmek ve gururlanmak sadece Fenerbahçelilerin değil tüm Türkiye’nin hakkı.
Bu büyük başarıyı tüm ülkeye yayan, Fenerbahçe basketbol takımının rakipleri tarafından dahi takdir edilmesini sağlayan bir diğer etmen de sarı lacivertli
Fenerbahçe basketbol takımı, çok iyi kadrosu, çok iyi teknik direktörü ve çok iyi takım içi uyumu ile son yıllarda taraftarlarına Barselona futbol takımı taraftarı gibi hissettiriyor. Her maç hınca hınç dolu tribünler, tribünlerin yüzünü “kaybetseler dahi” kara çıkarmayan oyuncular ve ayakları yere çok sağlam basan bir takım…
Aynı logoyu taşıyan futbol takımı için bu sene taraftarların hissettiği ise orta seviye bir Anadolu takımı taraftarlığından çok farklı değil. Fenerbahçe’nin Kadıköy’deki yalnızlık ve çaresizliği dün zirve yapsa da bu durum bu sene birçok maçta yaşandı.
Bu seneki Fenerbahçe bu; geride olsa dahi rakip üzerinde baskı kuramayan, maçın hiçbir anında oyunu kontrol edemeyen ve gol pozisyonu yakalama şansı hiç olmadığı kadar düşük bir takım. Bu nedenle sarı lacivertlilerin Ziraat Türkiye Kupası’nda Başakşehir’e elenmesi mi yoksa yarı finale çıkması mı daha beklenmedikti tartışılır.
Olaya daha geniş bir açıdan yaklaşıp “bu takım her sene ilk ikide olacak değil ya” diyebilirsiniz fakat mesele şu ki Fenerbahçe’nin geride kalması rakiplerinin başarısından ziyade kendi başarısızlığı. Eldeki iyi kadroların bir öncesi seneden daha iyi olması beklenirken
Futbolcuların takımın idaresini ele geçirmeleri bir futbol takımı için en büyük tehlikelerden biri. Bu iş ordunuzun bile bile savaşmamasına benzer ki bu durumda savaş kazanamazsınız.
Ünlü film Lanet Takım’ı (Damn United) izleyenler İngilizlerin efsane teknik direktörü Brayn Klof’un, Lieds’teki kariyerinin neden sadece 44 gün sürdüğünü anımsayacaktır. Eğer o kadar geriye gitmek istemezseniz geçen sene ligi zor bela orta sıralarda tamamlayan Çelsi’nin hemen hemen aynı futbolcularla bu sene açık ara şampiyonluğunu düşünün. Konte ve Morinyo arasında bu kadar fark olmadığına göre neden belli: futbolcular.
Uzunca bir süredir Galatasaray’da da futbolcuların takımın sürücü koltuğunda olduğundan bahsediliyor. Öyle ki çoğu Galatasaraylıya göre Mancini’yi, Prandelli’yi, Hamzaoğlu’yu tahttan indirip Rikerink’i o koltuğa oturtan futbolcular oldu ve sarı kırmızılı yönetim Rikerink’i gönderip takımı Tudor’a emanet edince kazanlar bir kez daha kalktı.
Teknik direktörlüğün zor bir meslek olmasının nedenlerinden biri de teknik direktörün işin başında görünüp takım ile ilgili mutlak karar verici olarak bilinmesine karşın önünde sonunda sahaya futbolcuların çıkması. Başka bir deyişle o kadar
Fikret Orman, Robin Van Persi’nin Vodafone Arena’daki dil çıkarma hareketi için “bizde olsa yapamazdı, bu bizim kültürümüzde yok” demişti.
Kaderin cilvesi bu ya, yine aynı takımlar arasında ve aynı statta oynanan maçta Talişka, Van Persi’den daha kötüsünü yaptı. Bunun üzerine Orman’ın, Talişka’nın biletini kesmesini beklerken futbolcunun savunmasını bizzat yapacağını öğrendik.
Bu ne yaman çelişki?
Sakın yanlış anlaşılmasın; itirazım Beşiktaş veya Fikret Orman’a değil. Hangi başkan veya camia kendisini diğerlerinden üstün, özellikle de ahlâken üstün görürse bu eleştirilere muhatap olur. Çünkü bu yanlış ve er ya da geç yaşananlar bu yanlışı gösterir. Bu hiç değişmez.
Sanki kulüpler futbolcu transfer etmeden önce onları ahlâk testine tabi tutuyor gibi anlatılıyor. Bunu kim yapıyor Allah aşkına? Melo’nun baş tacı, Caner in prens ilan edildiği, Emre’nin el üstünde tutulduğu ortamda hangi seçmeden bahsedilebilir? Hangi taraftar grubu psikososyal rehabilitasyona tabi? Küfür etmeyen tribün, hiç çirkefleşmeyen futbolcu, veryansın etmeyen yönetici hangi kulüpte var?
Taraftarlık gözlüğü, etrafı farklı gösterdiği için yukarıdaki soruların yanıtı “bizde” olabilir ama emin olun