Yıl 2000. Galatasaray UEFA Kupası’nı da alıp yakın tarihteki müthiş başarısını taçlandıran ve artık efsane sınıfına giren teknik direktörü Fatih Terim’in Avrupa’ya gitmesine engel olamamış, Terim’in bu boşluğunu da uzun süre Romanya ve İtalya’da teknik direktörlük yapsa da Inter’deki sayılı günleri dışında ismini dünya piyasasına fazla duyuramamış Luçesku ile doldurma kararı almıştı.
Rumen teknik adam sarı kırmızılılar ile geçirdiği iki sezonda aslına bakılırsa hiç de fena bir performans göstermeyecek, Süper Kupa’yı kazanmanın yanı sıra bir lig şampiyonluğu bir de Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final başarılarına imza atacak fakat bu başarılar iletişim kabiliyeti çok sınırlı olan Luçesku’ya değil elindeki malzemenin iyi oluşuna, daha doğrusu Fatih Terim’in mirasına atfedilecek ve nihayetinde Terim sarı kırmızılara dönmek istediğinde akan sular duracak ve Luçesku Terim’den aldığı bayrağı iki sene sonra yine Terim’e teslim edecekti.
(Fatih Terim’in 2002 yılında Galatasaray camiasının gözündeki yerini düşündüğümüz zaman, Luçesku ne kadar başarılı olursa olsun onun gönderilerek koltuğun yeniden Terim’e emanet edilmesi doğru olmadığı kadar anlaşılmaz bir durum değil.)
Luçesku o
Baştan söylemekte fayda var; “benim takımım hiç yanlış yapmaz ve yanlışlar sadece rakip takımlara özgüdür” gibi bir düşünceye sahipseniz bu yazıyı okuyarak vakit kaybetmenize gerek yok. Veya aklınızdan “iyi de herkes böyle yapıyor” diyerek yapılan yanlışları savunmak geçiyorsa naçizane tavsiyem yine aynı olacaktır.
Boluspor, Ertuğrul Taşkıran’ı Fenerbahçe’den 1 milyon avro karşılığı transfer etti. Boluspor’un toplam takım değeri bu transfer öncesinde 6 milyon avro civarındaydı ve bu transferden birkaç gün önce Gaziantepspor’dan başka bir kaleci, Gökhan transfer edilmişti. Ayrıca bu transfer, Fenerbahçe’nin UEFA’ya futbolcu listesini bildireceği son günde gerçekleşti ve bu transfer sayesinde sarı lacivertlilerin yeni transferleri Valbuena ve Dirar oyuncu listesine eklenebildi. Bir de Boluspor rekor ücretle transfer ettiği Ertuğrul ile sadece bir yıllık sözleşme imzaladı ve transfer anlaşmasında Fenerbahçe’nin oyuncuyu geri alma seçeneği yer aldı.
Yukardaki verileri alt alta koyup toplayınca çıkan sonuç belli: bu transfer Fenerbahçe’nin finansal adil oyun kıskacından çıkması için yapıldı ve elbette çok büyük bir yanlışa imza atılmış oldu.
Aylar önce Tudor ile ilgili bir
Beşiktaş’ın Çin seferi spor kamuoyunu ikiye böldü. Bu iş gerçekten bir vizyon ürünü mü yoksa gereksiz bir çaba mıydı?
Bu girişime kökten karşı çıkmak hatta onunla dalga geçmek de doğru değil onu dört başı mamur bir proje olarak kabul etmek de.
Beşiktaş’ın Çin’deki “saatlerini” Fikret Orman’ın 100 milyon taraftar hedefi kapsamında değerlendirmek ve Orman’ın bu çabasını takdir etmek gerek. Hedefleri biraz uzağa koymak da her zaman iyidir ama hedef ulaşılması imkânsız bir noktada olursa faydadan çok zarar getirir.
Beşiktaş değil herhangi bir Türk takımının bizden başka bir milletten hatırı sayılır sayıda bir taraftarı yok; halihazırda bunun için bir neden de yok. Hatta bırakın başka milletten taraftar bulmayı biz kendi takımlarımızı bırakıp yabancı takımları destekleme noktasındayız. Orman’ın bu alanda hedefi büyük olabilir ama bu hedef sadece sözle ulaşılabilecek türden değil, icraat lazım ve bu icraat Türkiye’deki şampiyonluklardan çok fazlasını gerektiriyor. Eğer Beşiktaş gerçekten dünya çapında taraftar kazanmak istiyorsa önce dünya çapında başarılara imza atması gerek. Bu başarı için sadece sportif değil sosyal, kültürel veya ahlaki de olabilir ama mutlaka farklı bir
Hiçbir futbolcu hiçbir takımdan büyük değil; amenna. Fakat bu durum bazı futbolcuların özel olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Biz “Snayder Galatasaray’dan veya Aleks Fenerbahçe’den büyük değil” deyip işin içinden çıkıyoruz ama mesele aslında o kadar kolay değil.
Aleks’i şimdilik bir kenara bırakalım, konu Snayder. Fakat çok isterseniz yazıyı Aleks ve Fenerbahçe olarak da pekâlâ okuyabilirsiniz; anlam kaybolmayacaktır.
Snayder lütfedip Galatasaray’a, daha doğrusu ülkemize gelmiş. Burada lütuf kelimesi size çok gelmesin. Apoletinde Hollanda, İtalya, İspanya lig şampiyonlukları, bir dolu lig kupası, Fifa Kulüpler Kupası ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu olan bir futbolcunun Türkiye’ye gelmesi kesinlikle bir lütuftur. “E efendim parasıyla değil mi?” Değil! Bu futbolcuları getirmeye paramız yetmez normalde. Ancak bir proje, onlar için farklı bir motivasyon, amaç olursa gelirler. Dertleri para olsa gidecekleri en yakın yer 4.000 km ötede.
Tabi eğer ki Snayder ayarında bir futbolcu buraya gelip de elini sıcak sudan soğuk suya koymaz, içinde bulunduğu fildişi kulelerden inmez ve sonuçta aldığı parayı hak etmezse (örnek RvP) o zaman işin farklı bir renginden
Fenerbahçe’nin mali yapısı son birkaç yıla kadar iyiydi. Beşiktaş ve Galatasaray’a Avrupa’dan men cezası veren, uzlaşmalarla onları kısıtlayan UEFA’nın finansal adil oyun (FFP) komitesi henüz sarı lacivertlilerin kapısını çalmamıştı. Fakat hem gerekli tedbirlerin alınmaması hem de iki sene önce çok büyük paralar harcanarak kurulan kadronun bekleneni vermemesi nedeniyle deniz bitti ve 2016 yılında Fenerbahçe de uzlaşma için İsviçre’nin o meşhur Nyon şehrine davet edildi.
Yapılan anlaşma nedeniyle Fenerbahçe’nin önümüzdeki üç sezonu daha gözlem altında ve içinde bulunduğumuz transfer döneminde Fenerbahçe için o artık ezberlediğimiz “oyuncu almak için en az aynı tutarda gelir getirecek oyuncu satmak” koşulu söz konusu. Bu koşul önümüzdeki sezondan itibaren kalkabilir de, kalkmayabilir de; gidişata bağlı.
Yönetimin açıklamasına göre hâlihazırda gelen Valbuena, Dirar, Ekici ve Kameni’nin maliyetleri takımdan ayrılan oyuncular ile karşılanmış durumda. Fakat adı geçen Emre Mor veya her fırsatta evini özlediğini dile getiren Lens için eller ve kollar bağlanmış durumda; onların gelebilmesi için futbolcu satılması şart. Bir kulüp için ne kötü şey!
Futbolcunuzu zorunda olmadan
Bizim kulüp yöneticileri çok sorumsuz, yanlış anlaşılmasın hukuki olarak sorumsuz. Başkanlık yaptıkları dönemdeki icraatları başarısız olduğunda cezaları birkaç ağır eleştiri, birkaç uykusuz gece hepsi bu! Sonra yapılan Fransa Kralı 15. Lui gibi “benden sonrası tufan” diyerek alıp ceketi gitmek.
Galatasaray UEFA’dan bir yıl men cezasını zamanında har vurup harman savurması nedeniyle aldı. Sadece aklımızdaki Drogbalar, Sneiderler, Brumalar değil, çoktan unutulan Misimoviçler, Pandevler, Tarık Çamdallar ve diğerleri bu cezanın alınmasında önemli rol oynadı.
Bu koşullar altında sarı kırmızılıların yoğurdu üfleyerek yemesi gerekirken bu transfer döneminde sanki tüm ekonomik sorunlar sona ermiş gibi Maykon, Belhanda ve Gomis için 20 milyon avro bonservis bedeli ödenip daha da Feghoili ve başka isimlerden bahsedilmesi beni çok şaşırtıyor. Galatasaray yönetiminin UEFA ile yaptığı anlaşma uyarınca oyunculara ödenecek maaş sınırı var. Bu nedenle tabiri caizse kabak senede 5 milyon avro kazanan Snayder’in başında patlıyor; bahane de hazır: Tudor Hollandalıyı istemiyor!
Snayder Galatasaray ile 3,5 yıllık sözleşme imzaladığında 29 yaşındaydı. Sarı kırmızılı yönetim ona Galatasaray’da
Pepe’ye hayır denebilir mi? Hayır. Hele hele yıllardır stoper arayan Beşiktaş için Pepe ilaç gibi bir transfer. Fakat ben Beşiktaş başkanı olsam Pepe’yi almazdım; nedeni yüksek maliyeti.
Fikret Orman’ın “biz futbolcu alırken onun sadece sportif tarafına bakmayız, onun davranışlarını da dikkate alırız” anlamındaki açıklamalarının Pepe transferi ile bir kez daha taca çıktığına şahit olduk ama diyeceğim bu değil.
Rakamlarla sizi sıkmak istemem, Beşiktaş’ın mali tabloları son iki sezondur düzeldi ve kulüp kâr etmeye başladı. Bu çok iyi! Fakat kulübün borcu o kadar yüksek ki bu borcun azalması için çok yüksek “ilave” gelirlere ihtiyaç var. İlave diyorum çünkü mevcut gelirlerin çoğu temlikli; bir başka ifadeyle aslında bu gelirler kulüp için gelir niteliğinde değil.
Bu koşullar altında iki sezonda en az 9,5m avronun tek bir oyuncuya ödenmesi bana çok mantıklı gelmiyor; bu isim Pepe dahi olsa. Diyebilirsiniz ki “Mitroviç için maaş ile birlikte 4,8m avro veriliyorsa Pepe’ye bu rakam çok mu?” Fakat siz de biliyorsunuz ki Mitroviç çok kötü bir örnek.
Futbol dünyasında transferler dört tip ve bunlar kötüden iyiye şu şekilde:
Kanımca Pepe bu sınıflamada üçüncü gruba giriyor
Spor dünyamız sloganlarla dolu ve maalesef bu sloganların çoğunun içi boş. Fakat Fenerbahçe basketbol takımı, kendisi için söylenen "dünyanın en güzel takımı" gibi iddialı bir tanımlamayı sonuna kadar hak ediyor.
Sporun hangi dalı olursa olsun rakip takımları hiç sevmeyiz. Çoğu zaman onların herhangi bir maçı kazanması bize üzüntü, kaybetmesi ise keyif verir. Hele hele bizimle oynadıkları maçlarda onlara karşı olumsuz duygularımız o kadar artar ki bazen nefret mertebesine ulaşır. Ancak tüm bunlara karşın, eğer rakibimizin gücü ve iyi oyunu belirli bir eşiği aşarsa o zaman onlara olumsuz bakmayı bırakıp neredeyse onları sevmeye başlarız. İşte bu durum Fenerbahçe basketbol takımı için geçerli. Onların başarısı rakiplerin nefretinden daha büyük ve basketbolu seven herkes onları da seviyor.
Fenerbahçe basketbol takımının kadrosu o kadar iyi ki, bir el vicdandayken eleştirilecek tek bir oyuncu yok. Fakat sadece bu özellik bir takımın başarılı olmasına yetmez, takım içi uyum da şart ki o da çok üst seviye de. Üstüne üstlük oyuncuların karakteri, bu kadar uzun, yorucu ve en üst seviyede başarı yakalanan bir sezonun ardından Türkiye finalinde de disiplinden kopmayacak, her şeye