Bu taraftarlık işinin temeli sakat. Ya baba, ya enişte ya da komşunun oğlu daha üç-beş yaşındaki bir çocuğa bir forma alır, onu maça götürür veya ona marşlar ezberletir de o çocuk bir takım tutmaya başlar. Bu tanım bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Böylesine bilinçsiz bir tercihten sonra da o çocuk tuttuğu takımın diğer tüm takımlardan daha iyi, daha üstün olduğunu düşünmeye başlar ve bu düşüncesi hiç değişmez.
İşte o yaşlarda gözlere takılan bu gözlük hayata bakışı o kadar değiştirir ki siyah beyaz, beyaz da siyah görünmeye başlar. Hele mevzu futbol gibi soyut tarafı en az somut tarafı kadar büyük olan, lastik gibi nereye çeksen oraya gelen bir konu olunca “elbette ben haklıyım, onlar haksız” düşüncesi en zor şartlarda dahi zihinlerde destek bulur. Çok sıkışıldığında “o zaman neredeydiniz”, “iyi de sadece biz miyiz”, “siz önce kendinize bakın” gibi akılları allak bullak eden sağlıksız yaklaşımlar imdada koşar.
Bugün mesele öyle vahim bir boyuta ulaştı ki aynı futbolcu aynı hareketi başka takımda yapsa başka, bizim takımda yapsa başka tepki verir, daha doğrusu bu iki durumu başka görür olduk. Aslında bu, yıllar önce Aşık Veysel’in “güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk
Tudor rakibini hafife alan bir on bir sürdü sahaya ve ilk 15 dakikada işi bitirmek istedi fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu kez, ilk 10 dakikada iki bariz hata yapan Serdar’ın sakatlığını fırsat bilerek dörtlü savunmaya döndü ve bu değişiklikle maç için sağlam bir stratejisi olmadığını kabul etmiş oldu.
Taktik değişikliği de sarı kırmızılılara oyun üstünlüğü getiremedi zira Fenerbahçe, Beşiktaş maçında olduğu gibi Seyrantepe’de de rakibin pas bağlantılarını kesip savunmada ayakta kaldı. Hatta yakalanan kontrataklar Fenerbahçe’yi gole daha yakın hale getirdi ve doksan dakikanın en net gol pozisyonunu Yanssen buldu.
Fenerbahçe, Akhisar gibi savunma yapan takımlardansa Galatasaray gibi üzerine gelen takımlara karşı daha şanslı. Zira elde kapalı savunmaları açacak bir taktik yok. Nitekim Galatasaray’ın 10 kişi kalması sadece sarı kırmızılıların değil, Galatasaray takım halinde savunmaya geçtiği için Fenerbahçe’nin de hücum şansını azalttı ve o dakikadan sonra sarı lacivertliler hiç pozisyon bulamadı.
Tudor’un gereksiz risklerinin aksine Kocaman da hiç risk almayan bir teknik adam. Onun rakip on kişi kaldıktan sonra dahi sahadaki hücum oyuncusu sayısını arttırma cesareti
Şampiyonlar Ligi’nde üçte üç sadece bizim takımları değil Avrupa’nın nice devlerini dahi kıskandıracak bir başarı. Fakat Beşiktaş’ın bu başarının tadını yeterince çıkarabildiğinden emin değilim. Nitekim Monako deplasmanından puansız dönülseydi bugün büyük olasılıkla bambaşka şeyler konuşuyorduk; hatta aynı durum Başakşehir maçı için de geçerli.
Ortada iyi oyunculardan oluşan ve iyi oynayan, son iki sezonun şampiyonu bir takım varken her an bir aksilik yaşanacak ve işler sarpa saracak endişesine sahip olmak her şeyden önce özgüven eksikliğinden kaynaklanıyor.
Beşiktaş Süper Lig’de pekiyi gitmiyor olabilir fakat Şampiyonlar Ligi’nde, ikisi deplasmanda olmak üzere alınan üç galibiyetin üçünde de tesadüfler değil siyah beyazlıların bilinçli, isteki ve rakipten açık ara üstün olan oyunu başroldeydi. Bu nedenle, üç maç sonunda gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki Beşiktaş bu grubun en güçlü takımı ve gruptan lider çıkamamak sürpriz olur. Buna rağmen bugün bazı kafalarda “dokuz puanda kalırsak çıkamaz mıyız” endişesi var.
Kaygılı bireylerin geçmişlerinin acı tecrübeler ve başarısızlıklarla dolu olması gibi Beşiktaş’ında geçmişte Valerenga veya Liverpool gibi anımsamak
Fenerbahçe’nin ilk ve ikinci yarı performansı, siyahla beyaz kadar olmasa da sarıyla lacivert kadar farklıydı dün akşam. İlk yarıda hücum anlamında geride kalan sekiz haftanın zirvesine çıkılırken, ikinci kırk beş dakikada işler tam anlamıyla tersine döndü.
Devre arasına 3-0 önde girdikten sonra risk almadan oyunu yavaşlatmak ve artık öndeki maçları düşünmek kabul edilebilir fakat bu anlayış oyunu rakibe teslim edip kayıplara karışmayı gerektirmez. Şayet maçın ikinci yarısında Fenerbahçe oyunu pasla tutup Yeni Malatyaspor’a bu kadar fazla atak şansı vermeseydi, geçen haftalara kıyasla birkaç aşama birden katedildiğini söylemek mümkün olabilirdi. Bugün alınan mesafe önemli olsa da yeterli değil.
Sarı lacivertliler adına bu maçın çıkarımları Jüliano’nun kanttan ziyade forvet arkasında olduğunda etkili olduğu, tek santraforla oynandığı sürece bu ismin Yanssen olması gerektiği ve Mehmet Topal ile Volkan Demirel için kulübenin doğru yer olduğu. Buna ilaveten Ozan’daki toparlanma takıma birebir yansıyor ve takımın sağ kroşesi bayağı etkili.
Fenerbahçe’nin derbi öncesi kendisine moral kazandıran galibiyetinde Erol Bulut’un takımının sahaya geçen hafta Akhisarspor’un yaptığı gibi
Milli takım ile vatani görev arasında benzerlik kurulur ya çoğu zaman işte bu işin zirvesi askerde bir bacağını kaybettikten sonra milli formayla şampiyonluk golünü atmak olsa gerek; bir başka deyişle Osman Çakmak’ın yaptığı.
Bir uzuvları eksik bu adamlar öyle büyük bir iş başardı ve birçok olumlu duyguyu o kadar etkileyici bir şekilde gün yüzüne çıkardılar ki adeta kendimizden geçtik.
Bir işi yapmak size zor mu geliyor? Bir kolu olmadan kalecilik yapan Salih’i düşünün. Hayatınızda bir şeyler eksik gibi mi geliyor? Doğuştan sağ bacağı olmayan Rahmi’yi gözünüzün önüne getirin. Hedefinize ulaşmanın olanaksız olduğunu mu düşünüyorsunuz? O zaman aklınıza futbol oynarken bacağını araba ezen ama bugün o koltuk değnekleriyle amuda kalktığı fotoğrafla efsane olan Barış’ı anımsayın.
Bir de bu cesur yüreklerin finalleri, “normal” milli takımın maçları ile aynı zamana denk gelince işin farklı bir boyutu daha oluştu. Bir yanda yediği önünde yemediği ardında olanların şımarıklık hatta küstahlıkları, diğer tarafta ise canla başla bir mücadele… Hâl böyle olunca herkes aradaki farkı ve olması gerekenin ne olduğunu çok daha iyi gördü.
Gönüllerin şampiyonu diye bir klişe var ama bu bir
Kedi ile tilki hikâyesini bilir misiniz? Bu ikili ormanda konuşurken tilki, kediye hünerlerinden bahsediyormuş. “Benim on parmağımda on marifet vardır. Bir sürü hile bilirim, kuruğum ayrı, kulaklarım ayrı hünerlidir” demiş ve sormuş “senin ne hünerlerin var?” Kedi de utana sıkıla “benim pek bir hünerim yok, sadece ağaçlara tırmanırım” deyince tilki önce büyük bir kahkaha atmış sonra da “biliyor musun sana çok acıyorum, bir tehlike olsa muhtemelen canını kurtaramazsın” demiş. O sırada bir köpek sürüsünün gitgide yükselen sesi duyulmuş. Kedi bir hamlede kendisini en yakın ağacın tepesine atarken tilki hangi hünerini kullanacağını düşünmeye dalmış ve daha hiçbir şey yapamadan köpekler onu parçalamış. Bunu gören kedi de kendi kendine şöyle demiş “bir sürü meziyetin olacağına bir tane olsun ama tam olsun.”
Öncesini bir kenara bırakırsak (ki o kenara bıraktığımız öncede de İzlanda bizden çok üstün) son iki yılda İzlanda bizi üç kere farklı mağlup ederken biz sadece bir kez, o da son dakika golüyle, kazandık. Bu başarısız karneyi hiç ciddiye almamış olmalıyız ki, Cuma günü kaybedebileceğimiz aklımızın ucundan bile geçmedi ve yine farklı bir yenilgi alınca kelimenin tam anlamıyla
13 Ekim 2016’da rakip İzlanda’ydı. İlk maçta onlara yenilmiş hatta bazılarımız “İzlanda topu elleriyle bizim kalemize götürse üç defa götürür” derken tam da 3-0 kaybetmiştik. O zaman da gruplara çok kötü başlamış ama hem grup maçlarının hem de İzlanda maçının sonlarındaki gayret ve şansımızla Avrupa Şampiyonası’nın son treninin son vagona atabilmiştik kendimizi; sonrasında gittiğimize pişman olduğumuz Avrupa Şampiyonası’nın…
O maçının üzerinden hemen hemen tam iki sene geçerken çok benzer koşullarda ve yine ilk maçta yenildiğimiz İzlanda’yı, yine kendi sahamızda ağırlıyoruz.
Bu işin birazı tesadüf sınırlarının içinde ama birazı da o sınırları zorluyor. Tesadüfî olan taraf yine İzlanda’ya karşılaşıyoruz, rastlantı sınırlarına sığmayan taraf ise yine işimizi son ana bıraktık.
Yarın kuzeylileri yine yenersek muhtemelen yine katılabileceğiz turnuvaya ama ya yine pişman olursak? Öyle ya, eğer senaryonun ilk kısmı aynı olursa, sonu da pekâlâ aynı olabilir.
Dikkat edilirse Milli Takım ile konuşulurken hem bir bilinmezlik hakim sözlere ve kelimeler dilek şart kipleri ile hiç olmadıkları kadar haşır neşir; milliler iyi bir gününde olursa, yeterince istersek vs. Çünkü
Futbolda işler istendiği gibi gitmediğinde durumu açıklamak için akıllara bazı düşünceler gelir: takımın yeterince iyi olmaması, şanssızlık veya hakemlerin adil olmayan yönetimi gibi. Muhtemelen beynimizin her zaman en kolayı seçmesinden olacak, bu seçenekler arasında hakem hataları hep ön plana çıkar. Kaybedenler hakemi suçlar, hatta daha da ileri gidilip her şeyin bir planın parçası olduğu iddia edilir.
Hakemlerin maç içinde hataları, hatta çok bariz hataları mutlaka oluyor. Fakat hiçbir sezonda şampiyonu hakemlerin belirlediğini hatırlamıyorum. Çünkü hakem hataları bazı maçlarda lehte bazılarında da aleyhte olup bir anlamda kendi içinde bir denge sağlarken takımların başarılı veya başarısız olmalarının asıl belirleyici unsuru her şeyden önce kendi performansları.
Maçları hakem hataları üzerinden okumak şu nedenlerle yanlış:
Hiçbir hakem bile bile hatalı karar vermez. Hatalı kararların pek azının nedeni hakemin pozisyonu süzememesi, çoğunun ise onun baskı altındaki ruh halidir. Nitekim maçlardan sonra yapılan hakem veryansınlarının çoğu da bir sonraki maçta hakemin ruh halini lehte baskı altına almak içindir. Bunun adı da, hak arar gibi görünüp aslında haksızlıktan pay