Guardiola’ya büyük saygım var çünkü futbolculuktan teknik direktörlüğe yumuşak bir geçiş yapabilen, eski görevinin yenisine engel değil kaldıraç olmasını sağlayan ender futbol adamlarından biri. Her teknik direktör gibi onun da takıntıları var ama bu takıntılar aslında insanların hayatta aldıkları riskler; eğer haklıysanız vezir olursunuz, değilseniz rezil.
İspanyol hoca İngiltere’ye geldiğinde sudan çıkmış balık duygusunu hissetti. Her ne kadar omuzlarında bir dolu La Liga apoleti olsa da, çıkılan her maçın yeni bir başlangıç olduğu bu âleminde, Guardiola yeni olduğu coğrafyada çok zorlandı. Futbolun beşiğinin kendine has dinamikleri var ve bizim teknik direktör dediğimiz adamlara “menajer” sıfatıyla daha fazla yetki ve sorumluluk veren bu iklim onların başta söylediğim vezir veya rezil olma olasılıklarını artırıyor.
Guardiola, İngiltere’nin, adını futbol takımlarıyla dünyaya duyurmuş şehrinde kendi bildiğini okumaktan vazgeçmedi. Aldı, sattı, değişmez hatta takımın yıldızı denilen oyuncuların ayağını kesti, riskli adamlara yatırım yaptı ve neticede ikinci senesinde tabanca gibi bir takım oluşurdu. Bugün Avrupa’da PSG ile birlikte Siti rüzgârı esiyor.
Şenol Güneş de
O güzel yüz, o kâkülü havalandıran üflemeler, o tam halteri kaldırış anında sonuna kadar açılan ağız... Naim o kadar büyüktü ki, rakipleri onun olduğu turnuvalarda en fazla ikinci olabileceklerini bilir ve bundan asla gocunmazlardı.
İlk saniyesinden sonuncusuna kadar heyecanın hiç eksik olmadığı bir film Naim Süleymanoğlu’nun öyküsü. Dünyanın en dişli gizli servislerinden biri olan “DS”nin elinden kaçırılan (kaçırılan derken, aslında buna katı asimilasyondan kurtarma demek gerek), 1988’de Kardiff’te kazandığı üç altınla bizi sevindirmekle kalmayıp o dönemler kimsenin ilgi göstermediği halter sporunun ayağa kalkmasını sağlayan bir küçük dev adam…
1988’de, Seul’de ilk olimpiyat zaferini 6 dünya, 9 olimpiyat rekoru ile yakalayan ve Türkiye’ye güreş dışında ilk kez bir olimpiyat şampiyonluğu kazandıran cep herkülü…
1992 Barselona Olimpiyatları’nı da cebinden çıkaran Naim’in, 1996’da Atlanta’da, Yunan Leonidis ile girdiği altın madalya mücadelesi, olimpiyattan ayrı, başlı başına tarihi bir yarım saat oldu. O çekişmeyi izleyip de unutan kimse olmasa gerek. Ve aynı Leonidis dün, o en büyük rakibi ama aynı zamanda en iyi arkadaşlarından biri olan Naim’i son yolculuğuna uğurlamak
Galatasaray’ın olaylı sermaye artırımı macerası 2012’de başlamış, o yıl SPK’ya %9900 oranında bedelli sermaye artırımı için yapılan başvuru, %400 olarak onaylanmış fakat aynı yılın sonlarına doğru %300 oranında ikinci bir sermaye artırımı yapılmış ve 2012 yılının başında 2.8 milyon TL olan kayıtlı sermaye sene sonunda 55 milyon TL’ye çıkarılmıştı.
Bu uygulamaların o günlerde (hatta bugün hâlâ) çok konuşulmasının nedeni, şirketin gerçek kişi yatırımcıları (onlara küçük yatırımcı demek de mümkün) sermaye artırım bedelini ya nakden ödemek ya da ellerindeki hisselerin değer kaybetmesine tanıklık etmek durumunda kalırken, hâkim ortak olan Galatasaray Spor Kulübü Derneği (Dernek) ödemesi gereken parayı, loca bedelleri ve tribün koltukları gibi, aslında zaten kulübün olduğu iddia edilebilecek, varlıkların gelecekteki gelirlerini temlik ettirerek karşıladı.
Bu konu ile ilgili detay bilgi için şu iki yazıya göz atabilirsiniz: https://www.milliyet.com.tr/a--can-nizamoglu-galatasaray-in-olayli-sermaye-acilimi--ii--1614197-skorer-yazar-yazisi/
Geçen 5 senede sarı kırmızılıların başka sermaye artırım başvuruları da olurken SPK tarafından bunların bazıları red bazıları da kabul edildi.
Uzun zamandır konuşulan video yardımcı hakem (İngilizce kısaltmasıyla VAR, Türkçe kısaltmasıyla VYH) uygulaması hâlihazırda Seri A ve Bundesliga’da hayata geçti, bizde de son hafta 3 Süper Lig karşılamasında uygulandı. Fifa başkanı Infantino’nun şiddetle arkasında durduğu bu sistemi beğenenler olduğu kadar ona karşı olanlar da var. Değerlendirmeye geçmeden önce sistemin tam olarak nasıl çalıştığını bilmekte fayda var.
Her şeyden önce şunu bilmek gerek ki bu uygulamada maçın hakeminin başvurusu şart. Hakem, sadece ihtiyaç duyduğu durumlarda, havaya eliyle bir ekran çizip VYH’ye başvuracak ve maçı zaten baştan sona izleyen yardımcı hakem, hakemin istediği pozisyonu tekrar tekrar izleyerek kararını hakeme iletecek. VYH’nin normal şartlarda hakemi dürtmesi söz konusu değil fakat çok bariz pozisyonlar için hakemden kendisine başvurmasını isteyebilecek.
Bu arada VYH’nin düşünüldüğü gibi hemen stadın dışındaki yayın arabasında olması gibi bir durum söz konusu değil. Gerekli araçlar olduğu sürece VYH o an evinde, stüdyoda veya bu iş için kullanılan bir merkezde olabilir. Örneğin Almanya’da, VYH’ler tüm maçları Köln’deki bir merkezden takip ediyor.
İyi mi kötü mü?
Video yardımcı
Luçesku’nun bize “doğu ülkesi” demesine takılmadım çünkü doğu-batı diye genel sınıflamaların ve ayrımcılığın anlamı yok. Fakat “bu ülkelerde yabancı sınırı olmalı” sözünü göz ardı etmemeli.
Her şeyden önce, yabancı bir teknik adamın “yabancı futbolcu sayısı sınırlandırılmalı” demesi, Starbaks finans başkanı Havırd Şuls’un “en iyi kahve evde yapılandır” demesine benziyor; büyük bir çelişki.
Ne yani futbolcular yabancı olamaz ama teknik adamlar olabilir mi? Buna cevaben aklınıza “iyi de teknik adamlar futbolcu yetiştiriyor” fikri geliyorsa bir soru daha sorayım: bugüne kadar Türk futbolcuların yetişmesinde yabancı teknik adamlar mı yoksa yabancı futbolcular mı daha etkili oldu? Ülkemize gelen ve özellikle büyük paralar verilerek Milli Takım’ın başına getirdiğimiz yabancı teknik adamlar, ekseriyetle sadece paralarını alıp giderken, sadece büyüklere gelen Haciler, Alexler, Hoydonk’lar, Tafarel’ler, Şota’lar, Karev’ler değil, Anadolu ekiplerinin Eto, Kona, Moşe, Mususi, Sisinyo, Gekas, Lav gibi isimleri nice Türk futbolcunun gelişimine katkıda bulundu ve bulunuyor.
Dünya siyasi olarak kutuplaşsa da sportif olarak birleşmeye doğru gidiyor. Zaten bu durum sporun ne kadar önemli
Tudor kalbur üstü bir stoperdi, Galatasaray’ı haddinden fazla ofansif oynatıyor. Öyle ki, on bir hafta sonunda, en yakın rakibinden üç puan önde olan sarı kırmızılılar için kafalardaki şüphe henüz bertaraf olmuş değil.
Şenol Güneş de futbolculuğunda savunma hattındaydı ve o da kariyerindeki tüm takımlarda her şeyden önce hücuma dönük bir anlayışı benimsedi, buna bugün de Beşiktaş’ta devam ediyor.
Ha keza Fatih Terim. Savunma oyuncusu olarak emekli olup hücumcu teknik direktörler kervanına katılan bir başka isim de o.
Diğer taraftan, bugün Fenerbahçe yönetimini zor durumda bırakmamak için henüz istifasını açıklamayan Aykut Kocaman bu ülkenin en iyi santraforlarından biriydi ve o, Fenerbahçe dâhil çalıştırdığı tüm takımlarda savunma öncelikli anlayıştan asla vazgeçmedi.
Kayserispor’un teknik direktörü Sumudika için de öncelik savunmada ve ne gariptir ki o da futbolculuğunda bir santraformuş.
Bu liste uzar gider ama ana fikir şu: eski futbolcular teknik direktör olduklarında, genellikle, kendi mevkilerinin tersi bir taktik anlayışa ağırlık veriyor. Bunun muhtemelen psikolojik bir nedeni; kendi yaptıklarını basit görüp önceliği bilmediklerine vermek gibi. İşin bir diğer
Aykut Kocaman düşmanı olduğumu sanmıyorum. Öyle olsam hayatımda ilk kez aldığım orijinal formayı 11 numara tercih etmezdim; özellikle de arkadaşlarım genellikle Oğuz ve Rıdvan’ı sırtlarına geçirirken. Kızılay’daki Soysal Pasajı’na ne büyük bir heyecanla gidip daha büyüğüyle ayrılmıştık o gün; unutmak mümkün değil.
Velhasıl yeşil sahaların bu efendi, mürekkep yalamış ve birbirinden akrobatik goller atan efsanesine bırakın düşmanlığı çocukluğumun kahramanıydı benim. Akrobasi demişken bir Galatasaray maçında arka direkte o kadar yükselmişti ki Van Gobbel onun ancak göğsüne müdahale edebildi. Aykut bu pozisyonda golü atmış ama birkaç kaburgasının kırılmasına engel olamamıştı.
Aykut ile ilgili bir başka gerçek de bu futbol idolünün iyi bir teknik direktör olmayışı; en azından Fenerbahçe için. Zaten isimleri de farklı; futbolcu olan Aykut’tu, teknik direktör olan ise Kocaman veya Aykut Kocaman. Bu iş rahmetli Kemal Sunal’ın onca efsane filmden sonra kamera karşısına geçip kimseyi tatmin edemeyişine benziyor. Veya Şener Şen bugün yine harikalar yaratsa da hiçbir zaman Züğürt Ağa olamıyor ya, o hesap. Aynı hayatta iki faklı insan gibi.
Futbolda duygular zirve yaptığı için gönül
Tuna, Bulut ve Buruk henüz 40’lı yaşlarının başında. Onlar sahanın içinden çıkıp, kenarına geçeli daha birkaç yıl oldu ama değme tecrübeli meslektaşlarına taş çıkartıyorlar.
Tamer Tuna’nın kıymeti Beşiktaş’ta da biliniyordu. Öyle ki, Tamer Hoca “artık zamanı geldi” diyerek sezon başında Beşiktaş’tan ayrıldığında siyah beyazlıların bu gidişten olumsuz etkilenebileceğini düşünenler vardı; belki de haklı çıktılar. Birinci Lig’den yeni çıkan, kadrosu tamamen değişen, tabiri caizse “toplama” bir takımın ilk on haftada beş galibiyet alması her şeyden önce Tamer Hoca’nın marifeti.
Benzer bir öykü Malatya’da var ve bu kez başrollerde Erol Bulut. Bu sezon Erol Hoca’nın da ilk teknik direktörlük sezonu, onun da takımı baştan aşağıya değişti ve o da mütevazı kadrosuyla ilk on haftada 14 puan alarak o da çok önemli bir başarıya imza attı.
Ve Okan Buruk… Diğer iki teknik adama göre biraz daha tecrübeli fakat onun da burnundaki çiçek hâlâ yerinde. Aslında Okan Hoca’nın Akhisar’daki başarısı geçen sene sonuna doğru göreve gelmesiyle başladı. Genç teknik adam son dokuz haftada yedi galibiyet alırken bu sezon için de çok olumlu sinyaller vermişti. Nitekim Akhisarspor ligin hem savunma hem