Ay-yıldızlı ekibimiz, mücadeleye tutuk başladı, Cheryshev’in golüyle sarsıldı, ancak sahneye çıkan Serdar Aziz eşitliği sağladı. İkinci yarının hemen başında bu defa Dzyuba, Rusya’yı bir kez daha üstünlüğe taşıdı. Ardından yüklenen millilerimiz art arda pozisyonlar bulmasına rağmen rakip defansı ve kaleci Lunev’i aşamadı.
Dünya Kupası’ndan sonra, kendi milli takımıza hasret kaldığımız şu günlerde, hiç şüphesiz UEFA Uluslar Ligi, ay-yıldızlıları, çok daha farklı bir heyecanın içerisine sokacaktır.
Hazırlık maçlarından daha iddialı ve daha resmi bir atmosferde geçecek olan milli maçlarımızın ilkini, Rusya ile Trabzon’da oynadık. Sahadan 2-1 mağlup ayrılarak, bu yeni kulvara şanssız bir başlangıç yapan Türkiye, ilk yarıda etkisiz bir oyun ortaya koysa da, ikinci yarıda daha derli bir görüntü içerisindeydi.
Rakip elbette kolay bir rakip değildi. Dünya Kupası’nda rüştünü ispatlamış oyunculardan kurulu bir Rusya, kolay geçilecek bir takım değil. Fakat Türkiye de, kendi evinde 13. dakikada, Chiryshev’in attığı gol gibi, basit goller yiyecek bir takım olmamalı.
21’de Cenk ve 22. dakikada ise Cengiz Ünder, hava topunda nasıl Rus savunmasını geçemediyse, yediğimiz ilk golde de, savunmamız
Kartal maçın ilk yarısında fazla varlık gösteremezken, yeşil-beyazlı ekip de net fırsatları değerlendiremedi. İkinci devreye bambaşka bir kimlikle başlayan siyah-beyazlı takım, Babel’in şık sayısıyla öne geçti ama devamını getiremedi. Son dakikalarda baskısını artıran Timsah, yeni transfer Sakho ile bir puanı cebine indirdi.
Teknik taktik olarak değil fakat psikolojik açıdan Beşiktaş için çok zor bir deplasmandı. Oğuzhan - Medel - Tolgay üçlüsünün oluşturduğu orta saha, Furkan, Aytaç ve Lima gibi isimler karşısında çok zor anlar yaşadı. Deyim yerindeyse Bursaspor ilk yarıda Beşiktaş orta sahasında hiçbir engelle karşı karşıya gelmeden rakip kaleye gidebildi. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin kaybettiği haftada Beşiktaş mutlaka galip gelmeliydi ki Antalyaspor mağlubiyeti telafi edilmiş olurdu.
Şu ana kadar yakışıklılığı ve geçen seneki Şampiyonlar Ligi finalinde yediği gollerle, gündemi meşgul eden Karius, 10. dakikada Lima’nın vuruşunu müthiş bir refleksle kurtardı. Bu kadar net pozisyon olmasa da 17. dakikada Pepe’nin indirdiği topa dokunamayan Gökhan Gönül de, net bir pozisyondan yararlanamamış oldu. İlk yarının bir başka kritik hamlesi ise Vida’dan geldi. Hırvat stoper, 30. dakikada
Siyah-beyazlı takım karşılaşmaya kontrollü başlarken, Pepe’nin şık kafası gol perdesini araladı, Oğuzhan devre biterken farkı ikiye çıkardı. Sırp rakibine ikinci devre adeta nefes aldırmayan Kartal, gecenin yıldızı Pepe’nin sayısıyla tamamen rahatladı, Avrupa’da yeni bir maceranın kapısını açtı.
Antalyaspor mağlubiyetinden sonra Beşiktaş’ın dört bir köşeye dağılmış parçalarını bir araya getirecek bir tutkala ihtiyacı vardı. Bir yanda yönetimin seçim çalışmaları; diğer tarafta transfer çalışmaları, oynanan kötü futbol, başta Oğuzhan olmak üzere eleştirilen futbolcular ve Şenol Güneş’in sorgulanan taktik ve tercihleri. Partizan’a karşı alınan galibiyet, Beşiktaş’ı, Beşiktaş yapan unsurları bir araya getiren en önemli yapıştırıcı oldu. Önemli olan bu tutkalı daha da sağlam hale getirmek.
Hiç kuşkusuz Bursaspor maçı da düşünüldüğü için sahada rotasyonlu bir kadro vardı.
Babel, Negredo ve Oğuzhan’ın yedek soyunmasına biraz da bu gözle bakabiliriz. Dün sahada Beşiktaş’ın attığı gollerden en anlamlısı Oğuzhan’ın attığıydı. Hakkındaki eleştirilerin zirve yaptığı bu günlerde, Oğuzhan’ın 45’te attığı gol ve sevincinden, birçok anlam çıkartabilirsiniz. Evet maçın en iyilerinden biriydi ama
Kartal müthiş temposu ve nefesleri kesen heyecanıyla tarihe geçen maçta büyük bir şok yaşadı. Doukara’nın üst üste golleriyle neye uğradığını şaşıran siyah-beyazlılar, Negredo ile ayağa kalksa da Yekta farkı yeniden ikiye çıkardı. İkinci devre rakip kaleyi ablukaya alan ve sayısız pozisyon yakalayan Beşiktaş, Pepe ile yeniden umutlandı ama Boffin’i bir kez daha aşamayınca geceyi hüsranla noktaladı.
Erzurumspor maçının ilk yarısındaki sorunların halının altına süpürülmemesi gerektiğini dünkü maç bir kez daha göstermiş oldu. Antalyaspor maçının ilk yarısında yenilen goller için “neden bu golleri yedik” analizi, geniş kapsamlı bir şekilde yapılmadıkça, Beşiktaş geçen seneki o puan kayıplarının daha fazlasını yaşayabilir.
Büyük takımlar elbette gol kaçırabilir fakat bu bir alışkanlık haline gelmemeli. Oğuzhan 5. dakikada bulduğu o fırsatı gole çevirmeli. Çevirmeli ki, sırtında taşıdığı o 10 numaranın hakkını vermiş olmalı. 14. dakikada Quaresma’nın sağdan kullandığı serbest vuruş, Boffin’in ellerinden üst direğe çarparak geri döndü. Doukara’nın 20 ve 24. dakikalarda üst üste attığı gollerle, Vodafone Park derin bir sessizliğe büründü. Beşiktaş, bu duruma ani bir refleks göstermesi
İnsanoğlu; bir dost meclisinde, geçmişinden bazı anıları anlatmaya başladığında, mutlaka ama mutlaka, hatıra torbasından en gerilimli ve en heyacan veren anılarını çeker. Hikaye anlatıcısının karşısındaki dinleyicilerin gözbebekleri, hikayenin gerilim seviyesine göre, küçülür ve büyür. Benim de seyahatlerimden, dostlarıma anlattığım konulara mutlaka; heyecan, gerilim, korku ve gizem gibi edebi baharatlar serpiştiririm.
Vladikavkaz’daki, esrar içerek araç kullanan korsan taksiciden tutun, Avusturya’nın Alpler’inde, neredeyse el fenerinin bile aydınlatamayacağı kadar, karanlık bir ormanda kayboluşuma kadar, anlatacak çok anı biriktirdim. Fakat bu son Faroe Adaları seyahati kadar, hiçbir yolculuk beni bu kadar heyecanlandırmadı. Adaları uçaktan ilk gördüğümde ilk dikkatimi çeken şey, adaların her yerinden suların akması oldu. O dere yolları, Faroe Adaları’nın damarları gibi gözüküyordu. Manzara, sanki bir insan vücudunun damar haritası gibiydi. Haritada, çoğu Dünyalı’nın fark edemeyeceği bu coğrafyaya bir daha gelir miyiz bilemem ama kesinlikle gezilip görülmesi gerekilen bir yer burası.
İstanbul-Kopenhag-Vagar duraklarının, Kopenhag-Vagar ayağı, bizi en çok yoran etap oldu. Bu
Eric Cartona’nın bir röportajında okumuştum. “Ben sahaların Jim Morrison’uyum” ifadelerini kullanmıştı asi Fransız. Rock tarihinin en sıra dışı gruplarından biri olan The Doors’un ele avuca sığmaz solistiydi Jim Morrison. Konserleri polis tarafından basılır, küçükken çölün ortasında trafik kazası geçirmiş yaralı bir kızıderiliyi, araçlarına kabul etmediği için anne ve babasından nefret ederdi. Onun skandal Miami konseri hala dilden diye anlatılır. İşte Cantona, bir rock yıldızı olmasa da asi yönü nedeniyle kendini Jim Morrison ile özdeşleştiriyordu.
Cantona da şu an mezarı Paris’te bulunan Morrison gibi isyankardı. Asi insanlara baktığınızda hemen hemen hepsinin zeki insanlar olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Haksızlık karşısında ayağa kalkmamızı bizden en başta Allah istiyor zaten. Doğal olarak bu özellik her bireyin genlerinde vardır. Ama onu ortaya çıkaran ise hiç kuşkusuz insanın kendi zekasıdır. Dün akşam itibariyle sahaların Jim Morrison’u olan Eric Cantona gibi Mesut Özil de, kendisine karşı yapılan haksızlık karşısında isyan bayrağını açmıştır. Alman Milli Takımı’nın formasını giyen Mesut Özil’in, ulusal formadan ayrı kalma kararı, sadece Türkiye ve Almanya’da değil, tüm
Mandıra Filozofu filminden aklımda kalmıştı. Filmdeki karakterlerden biri, uçak yolculuklarının zaman kazandırmadığını aksine insanın ömründen zaman çaldığını dile getiren ifadeler kullanmıştı. O mesafeyi arabanızla katetmiş olursanız, yolda bir çok insan, bir çok lezzet, bir çok yer ve bir çok gelenek/kültürle/yaşam tarzıyla tanışmış da olursunuz. Uzun yolculukları kısaltmak, belki zaman kazandırır lakin bir çok şeyi görmemize de engel olur.
Beşiktaş ile birlikte yaptığım yolculuklarda da tıpkı Mandıra Filozofo’nun dediği gibi, bir kitap yazmama vesile olabilecek, sayısız anılarım oldu. Çok şikayet ettiğim anların aslında dost sohbetlerinde anlatabileceğim en dikkat çekici hadiseler olduğunu fark ettim. Saat şu an burada 00:17. Türkiye’de ise 01:17. Kaldığım evin verandasında, gökyüzüne baktığımda yıldızları sanki elimle yakalayacakmış yakınlıkta görüyorum. Uzun kollu bir şeyler giymeme neden olan hafif rüzgar, gündüz güneşinin verdiği yorgunluktan uyumakta olan ağaçları, dans ettiriyordu sanki. Yaprakların hışırtılarını, uyumamakta direnen cırcır böcekleri bastırıyordu. Planım, sıcak bir meyve çayı içip uyumaktı ama bu cennet kapısı kokan ortam, böylesine bir yazıyı yazmama
Ne söyleyeceğini bilemiyordu... Gözlerinin içine baktığımda, üzüntü ile kızgınlığın bir araya geldiğinde, nasıl anlamlı bir bakış haline dönüştüğünü görüyordum. Anlatacağı bir hikayesi var ama ağzından çıkacak sözcüklerin, zehirli birer ok haline geleceğini o da biliyordu. İspanya’nın, Dünya Kupası’ndan bu şekilde elenmesine çok üzülmüştü.
“Demekki Real Madrid, İspanya Milli Takımı’ndan daha da önemli bir kulüpmüş” diyerek, elenmenin faturasını Los Galacticos’a kesti. Şenol Güneş’in İspanyol yardımcısı Miguel Peiro Montanana, belki bir Valencialı olduğu için böyle düşünüyor olabilir demeye hiç gerek yok. Adam yerden göğe kadar haklı. Kısaca özetleyelim... Real Madrid, Dünya Kupası başlamadan İspanya Milli Takım Teknik Direktörü Julen Lopetegui ile anlaştığını tüm Dünya’ya ilan etti. İspanya Futbol Federasyonu ise, “sen bizden habersiz nasıl Real Madrid ile anlaşırsın” diyerek, Lopetegui’yi Rusya’dan İspanya iadesiz olarak geri postaladı. Yerine ise apar topar Fernando Hierro’yu getirdi. Evet evet!.. Hocasını elinden alan Real Madrid’te top koşturmuş Hierro’yu getirdiler.
İşte tüm bu yaşananlar yüzünden İspanya’nın elendiğini düşünüyordu Miguel Peiro Montana. Heirro’nun taktiksel