Patrick Özdemiroğlu

Patrick Özdemiroğlu

patrickozdemiroglu@gmail.com

Tüm Yazıları

Çok uzun zamandır kendimi ve çevremi şuna ikna etmeye çalışıyorum: İşler zorlaştığında küçük mutluluklara tutunmalıyız. Büyük hedeflerimiz tabii ki var ancak yerdeki hayal kırıklıklarına basmadan geçmeye çalışırken, küçük zaferlerin bizi ayakta tutması daha gerçekçi.

Bu zaferler herkes için farklı olabilir. Evden çıkarken burnumuza gelen yasemin kokusu, almayı ertelediğiniz bir ürünün bir anda indirime girmesi, bateride bir türlü beceremediğiniz bir ritmi bir anda çalabilmeye başlamak, işyerinde ilk kez konuştuğunuz bir gencin vizyoner ve heyecanlı olduğunu fark etmek, birinin beklenmedik bir anda bambaşka bir bakış açısı katması, ağzına geleni söylediğin halde sana kırılmayacak dostların varlığı, sevdiğin insanların küçük zaferlerini seyretmek. 

Haberin Devamı

Huzurlu bir hayatın hileleri 

Ancak her güzel şey gibi küçük zaferler de yanlış ellerde (insanlar) tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Adına modern dediğimiz bir çağda hayatla baş etmenin minik tatlı hileleri, yaşamın her zerresini dijital bir vitrinde sergileme zorunluluğuna ve sanal alkışlara havale edilmiş durumda. Zira artık sadece yaşamak yetmiyor, yaşadığını ispatlamak ve o ödülü almak gerekiyor. Küçük adımlarla hayata tutunmanın masum felsefesi, sosyal medya denen doyumsuz canavarın midesine indirilip, oradan ‘gösteriş’ soslu ‘Bakın ben ne yaptım!’ tabağında bize geri sunuluyor. 

Evden çıkarken yasemini kokladık ve kendimizi iyi hissettik. Bu yeterli mi? Çiçeğin görüntüsünü pek dinlemediğimiz bir şarkıyla hikayeye eklemediğimiz takdirde beynimiz o nefis koku ile mutlu olmayı reddediyor. Sabah koştun mu? Şahane! Peki bunu kimse görmedi mi? Emekler boşa gitti. 

Her adımımızı oy için sokağa çıkmış bir siyasetçi gibi atmak zorundayız. (Popülerliğimizi ara ara anketlerle ölçmemiz tesadüf değil) Küçük zaferlerle mutlu mesut yaşayabilme ihtimalimiz, çok da bayılmadığımız insanların dijital onayına muhtaç durumda. 

“Patrick neden pazar pazar kafa açıyorsun. İki like’ımıza mı göz diktin?” dediğinizi duyar gibiyim. Ancak bu konuyu seçmemin trajikomik nedenleri var. (Koltuk altından dosyaları çıkarır) 

Haberin Devamı

Modern insanın sosyal medya onayı için gerçeği bükme alışkanlıkları öyle bir noktaya geldi ki “küçük zaferler” içinden çıkılamayan bir tuzağa dönüştü.

Örnek vereyim: Strava diye çoğunuzun muhtemelen yakından bildiği bir uygulama var, GPS verilerini kullanarak egzersizleri takip etmek için kullanılan, sosyal özellikleri de olan popüler bir app. Ancak bir süredir Strava jokeyleri diye bir realite ortaya çıktı. Onlar sizin adınıza koşuyor, bisiklete biniyor, kilometrelerce yol yapıyor; siz de o ‘başarıyı’ kendi hesabınıza yazdırıp dijital alkışları topluyorsunuz. Öte yandan “Yahu bu da fazla emek istiyor” diye düşünenler için yeni bir app geliştirildi. Fake My Run sizin yerinize sanal bir “koşu” oluşturuyor, Strava’ya yüklüyor ve siz de kahvenizi yudumlarken biceps emojiisi ile “Bugün de 10k koştum” diyorsunuz. Herkes azminizi alkışlıyor. Yalan yok, bu da bir azim. 

Peki neden bu tuzağa düşüyoruz? Kendimiz olmak neden bu kadar demode? 

Haberin Devamı

Her şey filtrelerle başladı. Olduğundan daha güzel ve başarılı görünen milyonlarca insanla rekabet, bizi şu döngüye sürükledi:

Altta kalmamak için, orijinal halimizi unutmaya varacak kadar gerçeğimizi bükmeye başladık. 

Bu gerçek olmayan paralel evren, bizi sürekli daha küçük hissettirdi. 

Sonuç olarak kimliğimizin inşası elimizden çıktı, başkalarının gözünde ve onların beğenilerinde şekillenmeye başladı. Minik kırmızı kalp kılığına girmiş “dopamin” bizi daha fazlasını yapmaya iten bir şırınga etkisi yarattı. 

Bu döngüden çıkmak için bir umut var mı? İtiraf edeyim pek yok. Ancak bir dahaki sefere bizi çok mutlu eden bir aktivite sırasında “Hiç paylaşmasam da bunu yapmayı çok sever miydim?” diye kendimize sorabiliriz.

Ve her bağımlılıkta olduğu gibi zor soruların sayısı çok. 

Instagramsız bir dünyada o kediyi sahiplenir miydik?