Canımızın sıkıldığı dönemleri hatırlıyor musunuz? Eskiden boş boş uzaklara baktığımız anlar vardı. Kendi beynimizle baş başa kalabiliyorduk.
“Can sıkıntısının” ne kadar büyük bir lüks olduğunu şimdilerde anlıyoruz.
Modern hayat bizi düşüncelerimizle yalnız bırakmıyor. Bu köşede daha önce bahsi geçen akıllı telefon adlı parazit, tuvalete bile peşimizden geliyor. Bir şeye kafa yormaya niyetlendiğimizde bildirimler zihnimizin sözünü kesiyor.
Buna ek olarak uzun süredir günlük bellek kullanımlarımızda “Google etkisi” mevcut. Arama motorunda kolaylıkla bulunabilecek bilgileri hafızada tutmayı bıraktık; onları nerede ve hangi anahtar kelimelerle bulacağımız verisini biriktirmeye başladık. Bir başka deyişle beynimizin dahili sabit diskleri, buluta giden kısayollara dönüştü. Bu dijital amnezi her ne kadar verimli görünse de tutmadığımız veriyi işleyememenin; derin anlama, eleştirel düşünme, entelektüel dayanıklılık gibi alanlarda bizi sığ bırakması uzun zamandır tartışılan bir konu.
Şimdiye kadar anlattıklarım uzun süredir yaşayageldiğimiz realite. Ancak tüm bunlara hayatımıza entegre olan yepyeni bir teknoloji de eklendi: Yapay zekâ.
YZ ile temel hedef neydi? Angarya işleri kat kat hızlı şekilde halledecek, biz insanlar da kazandığımız boş vakitte YZ’nin yapamayacağı yaratıcı işlere öncelik verecektik. Fakat tüm bu teori, insan denen organizmanın konforuna ne kadar düşkün olduğunu gözardı etmiş olabilir. Kullanıcılar sadece tekrar ve zaman isteyen görevleri YZ’ye yöneltmekle yetinmedi, “düşünme” işini de taşerona vermeye başladı.
Peki ya düşünmenin YZ’ye havale edilmesiyle beynimiz yaratıcı işleri kavrayamayacak kadar paralize hale geliyorsa?
YZ’li hayata entegre olabilsin; ileride fiziki, mental ve mesleki olarak eksik kalmasın diye bu araçlara yönlendirdiğimiz çocuklarımızın öğrenme ve bilişsel kabiliyetleri geriye gidebilir mi? Net sormak gerekirse; daha akıllı olsunlar diye yaptığımız bazı şeyler onları aptallaştırıyor mu?
Söz konusu soruların bugünlerde daha net konuşulmasının nedeni MIT (üniversite olan) tarafından yapılan çok çarpıcı bir araştırma.
Araştırmada ilk grup ChatGPT, ikinci grup Google, üçüncü grup ise sadece kendi beyinlerini kullanarak aylar boyunca kompozisyonlar yazdı. Katılımcıların beyin aktiviteleri gerçek zamanlı olarak takip edildi. ChatGPT kullanan grup sürekli daha tembel hale gelirken, yazılanlar da birbirine benzemeye başladı. Öğretmenler bu ödevleri kibarca‘ ruhsuz ’diye tanımlayacaktı. Beyin ölçümleri de bu gruptakilerin çok daha az bilişsel aktivitede bulunduğunu gösteriyordu. Zaman geçtikçe YZ’ye olan bağımlılık arttı. Düşünmeyi sürekli daha fazla delege ettikleri bir döngüye girdiler.
Bu kimin aklına gelirdi? Muhtemelen ödev yapan herhangi bir genci gözlemleyen herkesin.
Sadece beyinlerini kullananlar ise daha başarılı olmakla kalmadı; grubun yazdıkları konuya çok daha meraklı, tatmin duygularının yüksek olduğu görüldü. İşin ilginç tarafı Google kullananlarda da benzer sonuçlar vardı.
İlerleyen dönemde kaleme aldıkları kompozisyonu tekrar yazmaları istenen ChatGPT’ciler ise kendi ödevlerini hatırlamakta zorlandı. Bilgi teflon tavaya tutunmaya çalışan bir yumurta kadar iz bırakabilmişti.
Peki tüm bunlardan YZ’nin her koşulda öğrenmeyi, enformasyon depolamayı ve akıl yürütmeyi olumsuz etkilediği sonucu çıkar mı?
Aslında yanıt hayır. Aynı araştırmada sadece beynini kullanan gruba kendi kompozisyonlarını yeniden yazmaları için ChatGPT verildi. Ve tahmin edin ne oldu?Bilişsel işi kendisi yapanlar sonrasında YZ kullandığında, bu beyin aktivitelerini daha da canlandırdı.
Bir başka deyişle YZ bilişsel geleceğimiz için bir tehdit olmak zorunda değil. Ancak düşünme fiilinin aynen “can sıkıntısı” gibi unutulmaya yüz tutmuş, eski bir gelenek haline gelmemesi; çocuklarımızın tek gerçek yeteneğinin istem mühendisliği olmaması için onu nasıl ve ne zaman kullandığımız çok kritik.