■ Yapılan Şafak Operasyonu’nun siyasi bir operasyon olduğunu ve günün sonunda Ekrem İmamoğlu’nu güçlendirdiğini, bu algının iktidarın bir sonraki seçimleri kaybetmesine neden olacağını düşünenler, aynı zamanda Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasına da karşı çıkıyorlar.
Kendi içerisinde çelişkiler barındıran bir tutum bu.
■ Operasyonun siyasi olduğunu düşünenler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki akşam yaptığı konuşmada operasyondan söz etmemesini eleştirdiler. İktidarın başında olan Erdoğan muhalefet partisinin önemli isimlerinden birisiyle ilgili devam eden süreçle ilgili konuşsa, yargıya kamu önünde talimat verdi diye eleştirilecekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan dün akşam konuştu. Genel eleştirilerde bulundu, yine eleştirildi. Gerçekten biz ne istiyoruz?
■ İktidar için en büyük risk, yapılan operasyonun siyasi bir operasyon olarak algılanması ya, bu gerçek bilinmesine rağmen soruşturmayı destekleyen bir kesim iddialardan çok İmamoğlu’nun adaylığı üzerine yorumlar yapıyor, İmamoğlu yerine kim aday olacak sorusuna cevap arıyorlar. Sürecin bitmesini beklemeden bu tür yorumlar yapmak operasyonun siyasi bir operasyon olduğu inancına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
■ Bu çelişkilerimizin temel sebebi, Türkiye’de hemen her konuda, herkesin, kendisine ait bir mahkeme kurması. Olayları değerlendirme biçimimiz de “Mutlaka yapmıştır” ile “Asla öyle bir şey yapmaz” arasına sıkışmış durumda. Kendi kurduğumuz mahkemelerde kişiliklere bakarak hüküm kurmak bizi gerçeğe ulaştırmaz. Mahkemeler, kişiliklerin yargılandığı yerler değil sonuçta.
Darbe mi değil mi?
■ Operasyon için “Bu bir sivil darbe” yorumu yapıldı. Anayasa askıya alınmadıkça, siyasi partilerin faaliyetleri sürdükçe yaşanana darbe denmesini doğru bulmam, darbe kavramının içini boşaltmamak gerekir. Yine de halkın iradesiyle seçilmiş birisini yargı yoluyla görevinden uzaklaştırmak darbedir diyenler çıkacaktır:
■ Bir an için bu fikrin doğru olduğunu kabul edelim ve ilerleyelim: 12 Eylül’ün hapishaneye yolladığı Ecevit ve Erbakan, bu ülkede Başbakanlık yaptı, 12 Eylül’ün sürgüne yolladığı Demirel, hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı seçildi. 28 Şubat’ın cezaevine yolladığı Erdoğan şu an Cumhurbaşkanı. Darbe dönemlerinde saydığım tüm bu isimler için ömür boyu siyaset yasağı da getirilmişti. Sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede liderlerin hayatında cezaevi tecrübesi var maalesef.
■ Darbe kavramının içini boşaltmamak gerekir derken bir örnek daha vermem gerek: Türkiye’de 1980’de 15 gün olan gözaltı süresi, 7 Kasım 1980’de 90 güne çıkarılmıştı. Bugün gözaltı süresi en fazla 4 gün. Yargı karaları birden çok noktada tekrar ele alınabiliyor. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı, o da olmazsa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hakkı yerinde duruyor. Darbeler, Anayasa ve bireylerin Anayasal haklarını ortadan kaldırır, bunu hiç unutmamamız lazım.
■ “Erdoğan iktidarını sürdürebilmek adına gerekirse seçimleri de yaptırmaz” cümlesi, zaman zaman duyduğum bir cümle, son 48 saatte tekrar kurulduğuna da şahit oldum. 6 Şubat depremleri olduğunda anketlerde 6’lı Masa’nın adayı seçimleri kazanacak gibi duruyordu. Erdoğan istese seçimleri bir yıl erteleyebilirdi ama bu yolu tercih etmedi ve Mayıs 2023’te sandık kuruldu. Bir ülkede sadece sandık kurulduğu için demokrasi kusursuz işliyor diyemeyiz.
Halen askeri darbe döneminden kalmış bir Anayasa ile yönetilen bir ülke olarak atmamız gereken adımlar var.
Buna karşın seçimlerin yapıldığı, çıkan sonuçlara herkesin uyduğu bir ülkede başlayan bir yargı süreci nedeniyle darbe oldu demek de doğru değil.
■ Yargı Ekrem İmamoğlu’na ömür boyu siyaset yasağı koyarsa ne olur sorusuna da bakalım: Partiler kişiler değil, ideolojiler ve hedefler etrafında örgütlenirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Kasım 2002 seçimlerine katılmasına, partisine genel başkanlık yapmasına o dönem izin verilmedi ama sonuçta seçimi kazandılar. CHP için hedef seçimleri kazanmaksa, onlar da aynı yolu izleyebilirler. Eğer ana muhalefet partisinin kapatılması gündemde olsaydı, o zaman yaşananı darbeye benzetmek mümkün olabilirdi.
Zamanlama tartışmaları…
■ Pazar günü CHP üyeleri sandık başına giderek CHP’nin cumhurbaşkanı adayını belirlemek için oy kullanacaklar. Kimileri tek adaylı seçim mi olur diyor, bu tamamen CHP’nin bileceği bir iş. Garip olan bu seçimlerin resmi bir seçimmiş gibi algılanıyor olması. Oysa sandıktan çıkacak sonuç bir teamül yoklamasından başka bir şey değil. Asla değiştirilemez değil ve kesin bir hüküm doğurmuyor.
■ Ortada bir seçim takvimi yokken İmamoğlu ve CHP neden bu kadar acele etti tartışması kaçınılmaz bir tartışma. Bir kesim, İmamoğlu’nun yaklaşan operasyonu gördüğünü ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak dokunulmaz bir hale gelmek istediğini söylüyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olmak kimseye yasal bir dokunulmazlık sağlamaz, sadece kamuoyu algısını güçlendirir. Başka bir kesim, “İktidar her an seçime gidebilir, adayımız hazır olsun” ya da “CHP adayını hemen belirlemek ve iç çekişmeyle zaman kaybetmek istemiyor” diye düşünüyor. Ortada ne bir seçim takvimi var ne de Mansur Yavaş adaylık iddiasından vazgeçmiş durumda. ABD’de partilerin başkan adayları resmen 4 aydan kısa bir süre kala belirleniyor. Almanya’da partiler başbakan adaylarını seçimlere 5 ay kala açıkladılar. Bugüne kadar hep uyulan “Erken açıklanan aday yıpranır” ilkesine dikkat edilmemesinin strateji hatası olup olmadığı uzun zaman tartışılacaktır.
Normalleşme ütopyası...
■ Sözlüklerde rekabet ile düşmanlık kelimelerinin anlamları farklıdır ama bizim yaşam pratiğimizde öyle değil. Siyasetten futbola kadar çok geniş bir yelpazede rekabet adı altında birbirimize düşmanlık ediyoruz. Bir kişi ya da organizasyona düşman olmak, nefreti, nefret de toplumsal bir yorgunluk getiriyor, sevinç duygusu giderek kayboluyor. Ne yapıp edip, düşmanlık ile rekabet arasındaki farkı fark etmemiz ve normale dönmemiz lazım.
■ Zor ama imkânsız değil. Kırk yıldır uğraştığımız terörden kurtulmaya yaklaştığımız bir dönemde diğer fay hatlarımızı da gözden geçirmemiz gerek. O fay hatları, Türkiye’nin en kırılgan ve operasyona açık halini oluşturuyor. Bu noktada herkese sorumluluk düşüyor.
■ Çocuklarımıza miras diye bırakacağımız şey, ev, araba, banka hesabı mı olacak yoksa birbirini dinlemenin değil susturmanın marifet sayıldığı bir ülke mi olacak? Unutmayalım ki, susturma toplumsal miras haline gelirse, çocuklarımıza bırakacağımız ev, araba ya da paranın da bir önemi kalmayacak. O yüzden ne yapıp edip, düşmanlıktan rekabet düzeyine dönmemiz lazım.