Karnım zil çalmaya başladığı anda mekândan içeri adım attık neyse ki. Zamanlama her şeydir demişti biri, evet doğru. Banner’s diye bir yer burası. Jamaika mutfağıyla meşhur. Sabahları böyle ağır, bol kalorili kahvaltı ve bloody mary’yle güne başlayabileceğin yerlerden. Bazen buna ihtiyacı oluyor insanın.
İçeri girince solda bir bar, arkaya doğru üç dört kişilik masalar devam ediyor. Duvarlarda Elvis Costello’dan Jimi Hendrix’e müzik tarihinin belli başlı karakterleri endam etmekte. Duvar kâğıdı gibi kaplanmış posterler, afişler. Biraz daha arkada soldaysa kocaman bir Bob Dylan resmi çerçevelenmiş. Duvardan bir de kulaklık sarkıyor. Yemek yerken kulaklıktan Dylan dinleyebiliyorsun. Enteresan. Sonra anladık. Bob Dylan buraya geliyormuş.
1993’te az ilerideki Church Studios’da kayıtlar yapıyormuş o dönem. Hoş bir tesadüf. Dylan’ın masasında bir çift romantik romantik quesedilla götürüyordu. Rahatsız etmeyelim dedik, Hendrix boştu, onun önüne oturduk.
İlk kez Londra’da rastladığım enteresan bir uygulama var. İşlevini şu veya bu nedenden sürdüremeyen, cemaatini kaybeden kiliseler (evet giderek daha az insan kendini dindar olarak tanımlıyor) ihtiyaç fazlası haline geliyor ve dini statüsü kaldırılıyor. Bunlardan biri olan alışveriş /yeme içme merkezi haline getirilen Mayfair’deki St. Marks’tan başka bir yazıda bahsetmiştim. Crouch End’deki, Bob Dylan’ın kayıt yapmaya geldiği Church Studios da böyle işte bir yer aslında.
80’lerde ve 90’larda önemli isimleri ağırlamış. Bugün sahibi, müzikseverlerin adını prodüktör olarak hemen tanıyacağı Paul Epworth. 2013’te satın aldıktan (ve apartman olmaktan kurtardıktan) sonra hem altyapıyı hem de dekorasyonu yenilemiş. Beyoncé’den Adele’e, Radiohead’den Coldplay’e Madonna’ya büyük isimler kayıt yapmaya geliyor. Ama açıkçası bu stüdyo ününü Londra’nın bir kayıt endüstrisi merkezi olması için hayli çalışmış Dave Stewart’a borçlu çoğu kişiye göre.
Crouch End kendi halinde samimi, mütevazı bir semt. Merkezdeki şatafat, gösteriş, kokoşluk Londra’nın kuzeyine çıkıldıkça yerini sadeliğe ve tevazuya bırakır. Crouch End de bu kurala uyuyor. Az sayıda zincir dükkân bulunan, yerel marketleri ve kafeleri, plak dükkânlarıyla, turistlerin pek uğramadığı, kendi halinde canlı bir yer. Metronun da buraya ulaşmamış olması semtin özgün niteliklerini koruyabilmesine yardımcı olmuş herhalde. Ben buraya plak ve kitap almaya olduğu kadar bir butik sinema olan Art House’a film izlemeye de gidiyorum vakit buldukça. Ama işte her gün bir şey keşfediyor insan. Banner’s yeni keşfim. Sabah akşam gidilesi bir yer. Üstelik bunun gibi eminim 75 tane daha yer vardır hiç bilmediğim. Çünkü Londra ne kadar keşfedersen o kadar yeni yer sürüyor karşına.
Dylan buraya geldiğinde kimse tanımamış bu sessiz sakin kahvesini içen yaşlıca adamı. O da rahat etmiş, buraya devamlı gelmeye başlamış. İşin garibi, bir sürü komik hikâye ve şehir efsanesi var Dylan’la ilgili. Bunlardan en komiği muslukçu Dave. Dylan havaalanından taksiye binmiş, şoföre adresi vermiş. Crouch End, Crouch Hill, Crouch Hall bir sürü benzer isimli yer olduğundan adres karışmış rivayete göre. Taksi Dylan’ı getirip bir evin önüne bırakmış. Dylan kapıyı çalmış ve “Dave evde mi?” demiş. “İşe gitti, 20 dakikaya döner” demiş kapıyı açan kadın, “Gelin içeride bekleyin”. Sonunda Dave gelmiş. Adam muslukçuymuş. Kan ter içinde arayan soran var mı diye sormuş karısına. “Var” demiş kadın, “Bob Dylan içeride seni bekliyor.”
Neyse, bu da böyle bir geyik işte.