“II. Elizabeth, Modern Britanya’nın üzerine inşa edildiği kayadır” dedi 96 yaşındaki Kraliçe’nin vefatının ardından yaptığı konuşmada yeni Başbakan Liz Truss. Birkaç gün önce, ölmeden Kraliçe’yi canlı gören belki de son politikacıydı. Elizabeth II, 70 yıllık hükümranlığında 15’inci ve sonuncu kez bir başbakanı, Liz Truss’ı atadıktan iki gün sonra, bulunduğu İskoçya’daki Balmoral Şatosu’nda doktorları tarafından müşahede altına alındı ve tıbbi gözetim altında istirahat ettiği söylendi.
Britanya’yı tanıyan, gelenek göreneklerini bilenler tarafından Buckingham Sarayı’nın yaptığı bu açıklamanın anlamı açıktı. Kraliçe II. Elizabeth vefat etmişti.
Üzerinde ilk kez 1960’larda çalışılmaya başlandığı ifade edilen ve Kraliçe öldükten sonra yürürlüğe konmak üzere incelikle hazırlanan plana göre zaten olaylar böyle gelişecekti. Kraliçe’nin kod adının “London Bridge” yani “Londra Köprüsü” olduğu bu operasyon
BBC’de dikkat çeken yeni yapımlardan biri “The Capture” isimli polisiye. Başrolünde meraklılarının “Strike” dizisinden tanıdığı (J. K. Rowling’in Robert Galbraith adıyla yazdığı polisiye roman serisinin BBC uyarlaması) Holiday Grainger var.
Konu CCTV yani güvenlik kameraları etrafında gelişiyor ancak asıl mesele dönüp dolaşıp “deepfake” teknolojisine ve bunun nasıl yeni çağın en önemli silahı olduğuna gelip çatıyor. Deepfake, sosyal medyada karşımıza zaman zaman çıkan, ünlü isimlerin yüzünü kontrol ederek komik şeyler söyletmeye ve gülmemize yarayan şey değil.
Deepfake, var olan bir görüntüde yer alan kişinin yerine başka bir kişiyi yerleştirebilmek demek. Yani bir kişiye hiç söylemediği şeyleri söyletebilmek. Bir kişiye yapmadığı şeyleri yaptırabilmek. Şu aşamada bunun için hâlâ ciddi bir prodüksiyon gerekiyor ve deepfake var olan görüntülere uygulanıyor. Ancak gelecekte yaygın ve gerçek zamanlı deepfake teknolojisi yolda. Dizi işte bu yakın geleceğin deepfake
Bu hafta dinlediğim en iyi şarkı, Arctic Monkeys’den geldi. Adı “There’d Better Be A Mirrorball”. Geçen haftalarda Türkiye’de üç yıl aradan sonra verdikleri ilk konserin coşkusu devam ederken yeni şarkılar da bir bir düşüyor. 30 Ağustos’ta yayınlanan şarkı slow, sessiz sakin, romantik. Aldığım duyumlara göre sakin bir albüm bekliyor bizi. Ve bu da albümün genelini yansıtan iyi bir örnek. Ama tabii her türlü sürprize de açık tutuyorum kendimi.
“The Car” grubun yedinci stüdyo albümü, içinde 10 yeni şarkı var. Söz ve müzik Alex Turner. Prodüksiyon James Ford. Butley Priory (Suffolk), La Frette (Paris) ve RAK Studios’da (Londra) kayıtlar tamamlanmış. 21 Ekim’de yayınlanacak albümün plak versiyonunu şimdiden Domino web sitesinden sipariş edebiliyoruz.
Arctic Monkeys bir YouTube alametifarikası olarak adını ve sesini duyurduğunda 2005’ti. 2002’de Sheffield’de kuruldular ve internet üzerinde popüler olan ekiplere yol açtılar. Kayıtları o kadar popüler oldu ki
Enter Shikari’yi bilenler bilir. İngiltere çıkışlı alternatif rock ekibi. 1999’dan bu yana aktifler ve geçen hafta Reading Festival’da ana sahnelerden birinde gençliği coşturdular. Reading İngiltere’nin belki de en genç kitleye sahip festivallerinden biri. Benim gördüğüm herkes 18, bilemedin 20 yaşındaydı. 50 bini aşkın ergen kitlesi ve tek tük anne baba. Kalabalık içinde yürürken yaşlılar olarak göz göze gelip “Anlıyorum seni kanka, evet bizim ne işimiz var burada diye ben de kendime soruyorum şu anda” der gibi hafifçe selam verip geçiyorduk. Bu ortamda 1999’da kurulmuş bir grubun ana sahneyi coşturması, mosh pit yapılması falan başka türlü bir başarı. Ama Enter Shikari’nin en büyük başarısı bence bu değil. Onların bir vefa ve tutku hikâyeleri var ki asıl başarı budur.
Enter Shikari İngiltere’ye ilk geldiğimizde iki yıl yaşadığımız St Albans’dan çıkma bir grup. St Albans, Londra çevresinde belki yüzlercesi bulunan kasabalardan biri. Şehre yakın ama şehrin dışında. Tipik bir banliyö
70’lerin sonlarında bir hafta sonu, karışık bir kaset yaptırmak için Bakırköy’de, meşhur Sinema 74’ün alt katındaki plakçıya gitmiştik. Daha doğrusu, ısrar kıyamet sürüklemiştim babamı. Ben şarkıları belirleyeceğim, o da parasını verecek. Birkaç gün sonra içinde en sevdiğim şarkılarla dolu kasetimi teslim alacağım.
“Pasajın alt katındaki dükkânlar” konseptini bilen bilir. Yüncüler, tuhafiyeciler, deterjan ıvır zıvır satan dükkânlar, don-atlet-fanilacılar ve plakçı. Pasajların üst katları pahalı olduğundan oraları butikler, ayakkabı mağazaları, kuyumcular tutar. Plakçılar alt katta olur. Burası da altta, dipte köşede bir yerdi. Her yanda analog göstergeler, amfilerden yayılan ışıklar, posterler, müzik dergileri. Tam teşekküllü bir müzik tedavi merkezi. Kaset çekim, plak satış yeri. Eski ve yeni müzikleri soruşturabileceğiniz bir tür bilgi merkezi aynı zamanda.
Şarkıların çoğunun adını (radyo anonslarından duyduğum kadarıyla) biliyordum ama bilmediklerim de vardı. Adamı delirttiğimi hatırlıyorum.
Türk müzisyenlerin yurt dışına açılma projeleri hızını hiç kaybetmiyor. Aleyna Tilki’den Buray’a bağlantısı olan, imkânı olan mutlaka Avrupalı ya da Amerikalı sanatçılar ve prodüktörlerle ortak işler yapıp Türkiye dışı pazarları yokluyor. Şu ana kadar büyük bir başarı görülmedi ama bebek adımlarıyla da olsa hedefe doğru yürüyenler var. İşin ilginci, Türk sanatçıların yabancı sanatçılarla düet yapması, dışa açılma çabası olduğu kadar, belki daha fazla, yabancı şarkının bize açılma çabası aslında.
Bu hafta Romen şarkıcı INNA’ya Reynmen eşlik ediyor. INNA, Avrupa’da belli bir dinleyicisi olan ve elektronik dans, pop alanında kendini kabul ettirmeyi başarmış, bir bakıma yerelden globale adım atmış bir isim. Reynmen’le şarkısını “paylaşmış” bu hafta. Bu şekilde ifade ediyorum çünkü single albüm olarak yayınlanan “Wherever You Go”nun A yüzünde şarkının INNA tarafından seslendirilmiş solo versiyonu bulunuyor. B yüzünde de iki sanatçının düeti var.
Bu
Kovid’i atlattılar ama bakalım elektrik zammını atlatabilecekler mi? İngiltere’de her köyün, kasabanın, mahallenin en önemli mekânı, temel direği pub’lar. Buralara eğlenmek için gidilen yerler olarak bakmak durumu tam anlatmıyor. Pub demek bir İngiliz için iş çıkışı mutlaka uğranacak, tanıdık kimse olmasa bile oturup bir iki kadeh bir şey içilecek, yemek yenecek yer demek. Eve gitmeden önceki son durak. Bizdeki mahalle kahvesinin alkollü, yemekli, daha detaylı versiyonu.
Pub’ların sosyalleşme açısından önemi sanıldığından daha büyük. İngiltere’de özellikle Londra’da evler çok küçük. Standart ölçü iki artı bir 60 metrekarelik dairelerdir. Üç oda bayağı zengin işi sayılır. Üzeri ise ancak sınırlı sayıda insana kısmet olur. Kiralara bakın mesela, iki artı birin fiyatı diyelim 10 birimse, üç artı bir 20 birime çıkar. Bir artı bir çok popüler, hatta “bir” de çok güzel. Bir artı sıfır yani. Mutfak, yatak masa hepsi aynı yerde ev dolu her yer.
Gelm
Birinci gündem sıcaklar. Herkes havaların nasıl olup da bu mevsimde hâlâ bu kadar sıcak olduğunu sorguluyor. Ağustosun ikinci yarısında, eylüle dakikalar kala Londra’da havaların hafiften ceketlik, pardösülük olması gerekir. Şu anda şort, tişört dahi fazla. Üstü çıplak dolaşan çok var. Parklarda güneşleniliyor hâlâ.
Mevsime göre giyinme konusunda usta olan İngilizlerin bocaladığını şaşkınlıkla görüyorum. Şortlu, tişörtlü adamın yanında pardösülü kadın yürüyor. Çocuklardan yalınayak dolaşanı da var, yağmurlukla gezeni de. Terlikler hâlâ piyasada ama buna karşılık botlarla gezenler de göze çarpıyor. Sabahları buz gibi, öğlen Marmaris sıcağı. Acayip günlerden geçiyoruz Londra’da.
‘Bol bol su içsin’ tavsiyesi
İkinci gündem hastalıklar. Burada “stomach bug” ya da okullarda “tummy bug” denen gastreoenterit yani mide ve bağırsak enfeksiyonları yaygınlaştı. Bunu da sıcağa bağlayan var. Okullar kapanmadan vakalar çoğalma eğilimindeydi, yazın