Bir tarafta Tanrı bir tarafta da Yüksek Mahkeme! Şaka etmiyorum…
Trump’ın Evanjelik Hristiyan tabanı, ki oy itibariyle değilse bile etki bakımından Amerika’nın en güçlü kiliselerine sahiptir, Trump’ı zaten bir tür ilahi şahsiyet sayıyordu. Beyaz Saray’da eyaletlerden gelen rahip ve rahibelerle el-ele tutuşup dua seansları yaptıklarını hatırlıyor olmalısınız. En azından Türkiye’de 3 yıl hapis cezasına çarptırılması sonrası serbest bırakılan ABD’li rahip Andrew Brunson’ı Beyaz Saray’da ağırlayan Trump’ın hemen düzenlediği ayin, hatırlardadır.
Bu inançta olan çoğu Amarikalı için Trump, zaten Tanrı’nın ABD’yi yönetmek üzere “tayin ettiği” kişiyken, şimdi, kimin başına gelirse gelsin “Allah korudu!” diye karşılanacak, suikastçının beynine saplanmak üzere nişanladığı mermiden ani hareketle (ve kulağında küçük bir çentikle) kurtulunca, iyice yüksek bir makama gelecektir. Eski Roma imparatorlarının da imparator olmakla tanrılaştıklarına inanılırdı. Babtist
15 Temmuz yıldönümü vesilesiyle, ABD’nin Türkiye “ilgisi” perspektifinden ikili ilişkilere dair bazı düşüncelerimi sizinle paylaştım ve bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tıpkı NATO gibi bir başka siyasi, ekonomik ve güvenlik-savunma örgütü olan Şanghay İş Birliği Örgütü’ne (ŞİÖ) tam üye olarak katılma arzusunu tekrarladığını hatırlattım.
ŞİO’nun şu anda 9 üyesi var ama bunlardan Rusya ve Çin kurucu üyeliklerinden gelen “patron” konumuna sahip. Nitekim Türkiye’nin tam üyelik arzusunu belirtmesine, Rusya Hükümet Sözcüsü, önce katı bir “Hem NATO, hem ŞİO bir arada olmaz” yanıtını verdi; sonra sözlerini yumuşatarak, “Yeni üye taleplerinde o ülkenin dünya değerlerine bakarız” gibi muğlak birtakım şeyler söyledi. Ülkelerin dünya görüşleri var mıdır? Sanmam. Ama ülkelerin kendi ulusal güvenliklerine ilişkin stratejik ulusal değerleri vardır. Siyasal iktidarların değişmesi ile bu değerler değişmez; sadece yerine
Bugün, Demokrasi ve Millî Birlik Günü. Kanlı ihanet teşebbüsünün üzerinden 2.920 gün geçti; ama 251 şehit ve 2.196 gazinin acısı hala çok taze.
Bir “dinsel kült” veya “cemaat-tarikat,” kurduğu paralel devlet yapısının, artık aslının yerini almasının zamanının geldiğine karar verip silahlı kuvvetlerden devşirebildiği kadar askeri şahısla harekete mi geçti? TSK, onları alet ederek, durumdan vazife mi çıkarttı? Yoksa başka birileri, özellikle şimdi FETÖ dediğimiz terör örgütünü, “Radikal İslam” akımlarından rol çalarak, İslam’a yönelimi kendi güdümündeki yapılara aktarmak isteyerek kuran dış mihrak, “Erdoğan’ı devirme” fikrini hayata geçirmeye karar mı verdi?
NATO, üyelerini – Sovyet yanlısı partilerin eline geçmesi halinde – kurtarmak için gizli Gladio örgütünü kurmuş bir ittifak, ABD ise, ülkelerde hükumetleri devirip yerine cuntalar kurma alışkanlığında bir ülke. Bu faktörler, 15 Temmuz’un
Sovyetler Birliği’nin, 1991 yılının son haftası dağılması, mevcut dehşet dengesinin de dağılacağı, dünyanın bütün ulusların cenneti olacağı soğuk savaşların, sıcak barışların biteceği umudu bütün dünyayı kaplamıştı.
“Bütün dünya” demek yanlışmış; sadece 10 yıl sonra ABD’nin 11 Eylül saldırılarının sorumlusu olarak gördüğü İslam’a ve bu saldırıları düzenleyenlerin gizlendiğini öne sürdüğü Afganistan’a karşı başlattığı savaş tam 20 yıl sürdü. ABD, eski başkan George W. Bush’un “Haçlı Seferi” adıyla tanımladığı bu savaşı sonraları bütün Müslümanları hasım olarak gördüğü algısını silmek için “Radikal İslamcılar” ve benzeri isimlerle aldandırsa da, o umduğumuz barış dönemi başlayamadan sona erdi. ABD bu savaşı, Avrupa’yı ve diğer müttefiklerini yanına çekmek için önce BM’den sonra NATO’dan destek kararları çıkartarak küresel bir niteliğe büründürmek istedi ama, mesela Rusya ve eski Sovyet
Suriye Devlet Başkanı’nın yapacağı ilk iş, Baas (Diriliş, Rönesans) Partisi’ni kapatmak ve ülkesinin gerçek anlamda toprak bütünlüğünü yeni bir dirilişte aramak yerine ülkesinin bütün etnik grupların, tüm mezhep ve meşrepten insanların kucaklandığı geçmişine dönmek olmalıdır. “Baasizm” hiçbir zaman Arap ülkeleri arasında bir bütünleşme sağlamadı. Bu partinin bünyesinde Mısır’la Suriye arasında kurulmuş olan “ittifak”, Golan, Sina ve bütün Filistin’in İsrail’in eline geçtiği 1987 savaşına sebep olmaktan başka işe yaramadı. Tabii bu partinin iktidarı ele geçirdiği her yerde diktatörlüğe, halka uygulanan bölücü siyasetlere ve ırkçılığa varan ayrımcılıklara yol açtığını da hatırlayalım.
Suriye’de her 10 kişiden biri olan 3 milyon Kurmanci Kürdünün çoğunun hala Suriye vatandaşı sayılmadığını, YPG, PYD ve nihayet Suriye Demokratik Güçleri adı altında Suriye’nin dörtte birini (petrol gelirlerinin yarısını) ele geçiren
Diplomaside “kelimeler” çok önemlidir. Nitekim bu sebeple dünyada “diplomatik dil” diye bir şey vardır. Dışişleri Bakanlığı’nda uzun yıllar en önemli görevlerde bulunmuş Büyükelçi Sayın Yalım Eralp’in 1976’da, belki de ABD’nin Kıbrıs konusunda hala çözümsüzlükten yana olmasıyla sonuçlanan bir kelime tercihinde, anlaşamamış olduğumuz bir iletişim sorununu anlattığı anısını hatırlıyorum. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger önerecekleri çözümün taslak mektubunda “Federeted” kelimesini kullanmış; Türk tarafı “Federal” kelimesini önermiş. Kissinger “İkisi de aynı anlamda” deyince, Türk tarafı “Öyleyse Federal deyin!” diye ısrar etmiş. Sn. Eralp, “O mektup hala gelmedi!” diyor.
ABD’nin Arap dünyasını bölüp parçalamak için düzenlediğini artık tam anlamıyla bildiğimiz sözde Arap Baharı Mart 2011’de Suriye’ye ulaştı; Beşar Esat, Sünni muhalefetle anlaşmak yerine, Nusayri Şebbiha milisleri ile
Joe Biden… “Erdoğan Kürtleri siyasetten dışladığı için devrilmelidir!” diyen Biden... İki yıl önceki sözde “demokrasi zirvesine”, ABD kurumlarının “demokrasi gerileyen ülkeler” listesindeki ülkeleri bile çağırıp Türkiye’yi çağırmayan Biden… Uçak merdivenlerini koşarak inen çıkan Biden… İki gündür okuduğum 100’e yakın makaleden biri bile Biden’ın yeniden ABD başkanı seçilmesini savunmuyor.
Ama sanılmasın ki, Trump’ın münazarayı kazanmış ve 5 Kasım’da 4 yıl aradan sonra yeniden başkan seçilmeyi adeta garantilemiş olması, Cumhuriyetçileri, en azından Trump’ın fanatik taraftarı olmayan geleneksel muhafazakarları mutlu ediyor. Hayır, Biden nasıl 3,5 yıldır Demokratları hayal kırıklığına uğratıyor ve şimdi hepsi koro halinde ona ikinci 4 yılda ısrardan vazgeçmesi için adeta yalvarıyorlarsa, Cumhuriyetçiler de yaklaşmakta olan felaketten aynı ölçüde korunmak istiyor. Ancak iki taraf da umutsuz.
Muhafazakar Amerika’nın İncil’i konumundaki
İsrail’in kendisini savunma hakkı var mıdır? Vardır. Her ulusun, ülkesini yabancı saldırılarına, terör saldırılarına karşı savunma hakkı vardır.
Ama İsrail’in 7 Ekim’den beri yaptığı “savunma” değil, mahkeme kararıyla sabit, soykırıma yol açan bir savaş. Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’e Gazze’ye karşı sürdürdüğü savaşı sona erdirmezse, soykırım suçlusu ilan edileceğini, başbakan ve sorumlu bakanlarının tutuklanması için karar alacağını bildireli 153 gün oldu.
Bu 4 aylık sürede Netanyahu ve İsrail Silahlı Kuvvetleri ne gibi cinayetler işledi? Ne gibi insan haklarını ihlal etti? Artık akşam haberlerinde trafik kazalarının da ardından verilen iki satır “Bugün Gazze’de yine katliam devam etti; şu kadarı çocuk, şu kadar kişi öldürüldü!” haberlerinde gösterilen, yarısı flu, yarısı karanlık video parçacıklarına şöyle bir bakıp geçiyoruz. Fault Lines isimli bir belgesel grubu, Forensic Architecture ve Earshot isimli kuruluşlarla iş birliği yaparak, BM İnsan Hakları Örgütü, Uluslararası