Kime ait olduğu bilinmeyen “Şu okullar olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!” sözü gibi, galiba Yunan medyası olmasa, Türkiye-Yunanistan ilişkileri çok daha güzel idare edilecek.
Kahramanmaraş depreminin boyutları anlaşıldıktan sonra, Türkiye’nin dördüncü seviye alarm ilan ederek uluslararası yardım çağrısı yapması ve bunun Dünya Sağlık Örgütü tarafından ülkelere ulaştırılmasından hemen sonra İstanbul’a ilk varan Yunanistan Arama Kurtarma Ekibi oldu ve ben de dâhil birçok kişi, bunun verdiği memnuniyeti ifade ettik; ayrıca, gelecekle ilgili olarak Türkiye’ye verdiği güveni, Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu dâhil birçok yetkili de ifade etti. Sadece Yunan ekibi değil, Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın atlayıp Türkiye’ye gelmesi de hepimizi sevindirdi. Sayın Çavuşoğlu, Dendias’ı alıp helikopterle deprem bölgesine götürdü; Yunan Bakan hasarın boyutunu gözüyle gördü ve samimi mesajlar verdi.
Yunan hükümetinin, özellikle Kiryakos
Olası 3. Dünya Savaşı’nın tarihini yazanlar, muhtemelen şu cümleleri kaleme alacak:
“Fransa, Almanya ve İngiltere’nin o sırada başındaki zayıf kişilikli ve deneyimsiz siyasetçiler, ABD’nin ateşle oynadığını ve bu ateşin karşısında bir yıl önceki korkuları giderek artmış bir Rusya’nın bulunduğunu anlamadılar.”
Tarih daha önce, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, bu cümleyi aynı isimlerle ancak Rusya ile Almanya’yı yer değiştirerek kurmuştu. Ya Hitler’le uzlaşmanın yolunu daha erken arayacaklardı ya da er-geç savaşı başlatacaklardı. Ama onlar ikisini de yapmadı. Şimdi Batı, güya, bu hatalardan ders almış gibi “saldırganı en erken şekilde durdurma” stratejisi uyguluyor. Ancak Ukrayna’ya yığdıkları para ve silah Rusya’yı durdurmuyor; Rusya’ya “gönülsüzce” uyguladıkları ekonomik ve ticari yaptırımlar, Vladimir Putin’in elini kolunu bağlamıyor. Oysa, Rusya’nın Kırım’ı işgali ve ilhakıyla başlayan olaylar zincirine Donbas ayaklanmaları eklenince, Minsk Süreci ile açılan
Yüz küsur ülkeden yardım önerisi, yetmiş küsur ülkeden yardım ekibi, yedi binden fazla yardım görevlisinin yorulmak bilmeden, kendi hayatlarını tehlikeye atarak, sadece insanlarımızı değil bazen büyükbaş hayvanlarımızı, kedimizi; köpeğimizi kurtarma mücadelelerinin anısı bu kadar taze iken… Yatacak yerleri olmadığı, bırakın temizliği, yüzlerini yıkayacak imkânlar henüz sunulmadan… Yüz bine yakın canımızı kurtaran bu kişileri henüz ülkelerine uğurlamışken, dışarıdan gelen yardımlarla ilgili olumsuz bir şeyler söylemek, yazmak bir kenara, bunları düşünmek bile bize yakışmaz; bu ülkenin insanlarına yakışmaz.
Bu sebeple şimdi ifade edeceğim kanaati, lütfen nankörlük olarak yorumlamayın. Biz, millet olarak bize yapılan iyiliği unutmayız. Depremleri henüz afete dönüştürmemenin yolunu bulamadığımız (!) için son depremlerde ve ertesinde, AB, ABD ve bu arada Yunanistan’ın, bu yardımların karşılığında, istediklerini söyleme ruhsatı edindiklerine tanık oluyoruz. ABD Dışişleri Bakanı, buyurup geliyor (deprem olmasa ne zaman
İçinden geçtiğimiz bu afet döneminde, işini yapmayan inşaatçı-kamu kurumu-denetçi üçgeni kadar bir başka sürecin daha, onlar kadar tehlikeli olduğu ortaya çıktı: sosyal medya.
Internet-tabanlı iletişimin, kitle haberleşmesinde bir devrim olduğunu, 1980’lerin sonlarından beri ifade eden birisiyim; ama bu işin bu kadar zararlı, bu kadar ölümcül olabileceğini tahmin etmedim; edemezdim.
Tıpkı bir binayı yapıp satacak iş insanı, ona plan-proje ile hesaplarıyla bu imkânı kazandıran teknik elemanlar ve nihayet onların hesaplarını ve işini kamu adına denetleyenler hakkında yasa-yapıcıların gösterdikleri (temelsiz) iyi niyet gibi, benim de aralarında bulunduğum çok sayıda iletişimci, halkın haberleşme işine doğrudan katılmasının iyi olacağı kanısını besliyorduk. Hatırlarsanız, ünlü yayın kurumları “yurttaş gazeteci” kavramını geliştirdiler; kendi ülkelerinden ve başka ülkelerden muhabir gibi haber ve fotoğraf sunacak kişilere çağrı yaptılar. Bu “yurttaş gazeteci” takımı, bir süre sonra verdikleri haberlerin bu ünlü yayın
Şimdi şu meşhur “musibetleri fırsata çevirme” lafını etmenin zamanı, şimdi gerçek Türkiye Yüzyılı için fırsat zamanı.
Nasıl?
Eğer Türkiye’nin, Japonya gibi, Kore gibi bir deprem ülkesi olduğunu gerçeğini, inanarak önemseyerek ve gereğini yapmaya karar vererek benimsiyorsak, Türkiye Yüzyılı diye özetlediğimiz hamleler, atılımlar, etkinliklerin hepsini bir Japonya, bir Kore gibi olmaya harcamalıyız.
Bir deprem ülkesinde, her deprem mutlaka afetle hem de asrın en büyük afetiyle sonuçlanmak zorunda değil. Japonya’da 7.7 şiddetindeki depremler hemen her hafta olurken, ancak 9.1 şiddetindeki bir deprem 2011 yılında, o da yer sarsıntısıyla değil yol açtığı tsunamiyle yıkıma sebep olmuştu. 6 dakika süren bu deprem ve sonrasındaki dev dalgalar (izninizle bu kelimeyi kullanacağım: sadece) 18 bin ölüme yol açtı.
Türkiye Yüzyılı, bize Cumhuriyetimizin kazandırdığı kültürü, içerdiği demokratik kalkınma ve eğitim anlayışını deprem kültürüyle taçlandırma imkânı vermeli. Bunun
Yer hareketlerinin sebep olabileceği can kaybı ve maddi hasarın boyutlarını önceden bilme imkânı yok. Bir yer hareketinin bir başka yer hareketine sebep olup olmayacağını da ancak benzer durumlara ilişkin verilere dayanan olasılık hesaplarıyla kestirebiliyoruz. Bu iki cümleden çıkan sonuç şudur:
Depreme dayanıklı inşaat, dayanıklılık için gerekli kriterler asgari değil azami ölçüde uygulanmalıdır. Binalarımızı dünyanın dış kabuğunu oluşturan, nispeten sert plakaların (tektonik levha) birbirleriyle etkileşme çizgisi olan fay bölgelerinin azami derecede uzağına inşa etmeliyiz. Temel analizleri yapılmalı, tekrar yapılmalı, denetlenmeli ve yeniden denetlenmelidir...
Dünyada bu böyle yapılıyor; üstlenici firmalar sorumluluklarının bilincine varıyor ama bunu kendiliklerinden sağlamazlarsa, sağlamaları için gereken olumlu-olumsuz teşvik tedbirleri kendilerine sunuluyor.
Bunlar bizim için de yabancı fikirler değil. Erzincan Depremi’nden bu yana, 83 yıldır ülkemizde de yapı tekniklerinin depreme dayanıklı seçilmesi için yasalar, yönetmelikler
Kendimi, ailesinin bir üyesi yıkıntıların altında kalmış, enkaz başında bekleyen bir kişinin yerine koymaya çalışıyorum ve “O anda ne hissederdim?” diye soruyorum. Sevdiklerimin hemen, ama hemen kurtarılmasını isterdim. Ne “Bu millet büyüktür; bunun altından da kalkar!” diye düşünürdüm ne yetkililerin “Tamam, organize olduk; yardım geliyor!” açıklamalarını duyardım. İstediğim tek şey, üst üste yığılmış, yufka öbeği haline gelmiş binanın koca kolanlarının, devasa duvarlarının, tavanlarının, tabanlarının kaldırılmasını sağlayacak bir iş makinesi ve yüzlerce kişi olurdu.
“Deprem ülkesiyiz” ifadesinin sonucu nedir? Jeoloji (yer bilimi) ister “kesin bilim” sayılsın ister astronomi, fosillerle uğraşan paleontoloji, biyoloji, arkeoloji gibi “tarihsel bilim” sayılsın, pazar gecesinden sonra aile üyelerinin yıkıntıların altından kurtarılmasını bekleyen on binlerce kişi için, “deprem ülkesi” olmanın tek sonucu vardı; arama ve kurtarma çalışmalarının hemen, ama hemen başlaması. Dokuz fakültede, dört
ABD Büyükelçisi Jeffry Flake, yakın tarihte hiçbir büyükelçiye nasip olmayan bir işi başardı: Misafir olduğu ülkede, sadece Dışişleri Bakanı’nın değil aynı zamanda İçişleri Bakanı’nın da kınamasına, hem de sert sözlerle kınamasına muhatap oldu. ABD Büyükelçisi, ülkesinin bir yerden aldığı bilgiye istinaden, İsveç ve Danimarka’da Kur’an yakma eylemlerine misilleme olarak İstanbul’da saldırı yapılmasından kaygı duymaya başlamış ve bunu Türkiye’deki AB büyükelçileri ile paylaşmıştı.
ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Julie Eadeh, ülkesinin Türkiye’ye seyahat edecekleri bundan vazgeçmeye çağıran bildirisi üzerine, bir Türk televizyonunda, “Türk makamları ile iş birliği yapıyoruz” demiş ancak muhabirin ısrarlı sorularına rağmen bu işbirliğinin niteliği konusunda bilgi vermemişti. Diplomatik nezakete ve Başkonsolos’un “Amerikan vatandaşlarının güvenliği bizim ve tabii ki benim bir numaralı önceliğimiz. Herhangi bir tehditle ilgili istihbarat aldığımızda,