Biden’ın Ukrayna’ya tank verilirse bunun Üçüncü Dünya Savaşı demek olacağı açıklamasının mürekkebi kurumadan, tankların gemilere yüklendiğini dikkate alırsak, hafta başında “Ukrayna’ya uçak verecek misiniz?” sorusuna tek kelimelik “Hayır” cevabının da binlerce kelimelik yorumlara ihtiyacı olduğu bellidir. Bu yorumlardan biri, “Hayır” ile eş zamanlı bir RAND raporudur.
O uzunca rapor okunduğunda görülüyor ki Biden’ın “No” yanıtı esasen görüşülmüş, ABD’nin güvenlik ve diplomasi yapıları arasında gerçekleşmiş bir pazarlığın sonucudur. Raporu aktarmadan önce bu “pazarlık” olgusundan söz edelim.
ABD Dışişleri dünyası, oğul Bush’un Saddam’ın kitle imha silahları yalanıyla 2003’te başlattığı Irak işgalinden bu yana, Ortadoğu haritasını yeniden dizayn etme felsefesi olarak özetleyebileceğimiz NeoConcu inanışın taraftarı güruhun elinde. Araya Demokrat başkanların yönetimleri, hatta Bush’ın NeoCon’ların kuklası olduğunu söyleyecek kadar
İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından Doğu Kudüs’te, tamamen işgalin getirdiği hukuk veya hukuksuzluğun eseri olan Neve Yaakov havrasına, Cumartesi’yi karşılamak amacıyla yapılan ibadet sona erdiği sırada, daha önce hiç şiddete karışmamış, 21 yaşındaki Hayri Alkam elinde bir tabancayla girdi ve 7 kişiyi öldürüp, 3 kişiyi yaraladı. Çevresine ateş açarak kaçtığı sırada, İsrail polisi tarafından öldürüldü.
Türkiye dahil, birçok ülke saldırıyı kınadı, duyulan üzüntüyü ifade etti, taraflara itidal çağrısında bulundu. Bir ibadet mahalline yapılan silahlı saldırı elbette, “ama, fakat” gibi kayıtlar olmadan kınanır. Masum insanların toplu halde katledilmesi de--saik ne olursa olsun--infiale yol açar ve ilgili-ilgisiz çoğu kişinin misillemede bulunması tehlikesini beraberinde getirir. Bu sebeple üzüntü ve nefretle kınama açıklamaları, katliama karşılık havranın bulunduğu yöredeki İsrail işgal yerleşim bölgesinde yaşayan Musevilerin ve Doğu Kudüs’teki Arapların benzeri
İsrail’in eski başbakanı Binyamin Netanyahu, bu koltuğa yeniden oturabilmek için ne kadar aşırı dinci Musevi partisi varsa hepsini bir ittifakta topladı ve bu grup, az bir çoğunlukla yeni hükumeti kurdu. Bu hükümetin devam edebilmesinin tek şartı, dincilerin istedikleri yasal değişikliklerin yapılması. Bunların arasında resmi nikâhın sınırlandırılması, Musevi olmayanların İsrail’e göçünün önlenmesi, Haredi gibi katı dinci grupların, ülkenin laik yasalarından, örneğin zorunlu askerlikten muaf tutulması gibi talepler var. Bu taleplere İsrail’de “Osmanlı ayrıcalıklarının ihyası” deniyor. Ne var ki bu ayrıcalıkların sürdürülmesini öngören yasalar daha önce de çıkartıldı ancak ülkenin (anayasa mahkemesi görevi de yapan) Yargıtay’ı tarafından iptal edildi. Yüksek mahkeme, son olarak koalisyon ortaklarından Aryeh Deri’nin bakan olarak atanmasını iptal etmişti.
Netanyahu’yu iktidara getirenler, akıllanmış gibi görünüyor ve doğrudan yüksek mahkeme üyelerini seçen kurulun
İngilizlerin bir atasözü vardır: “When it rains, it pours.” Yani “Yağmur yağdı mı boşanır!” veya “Dokuz ayın çarşambası bir araya gelir” anlamında...
Geçtiğimiz hafta Donald Trump’ın önce ulusal güvenlik danışmanı yaptığı, 16 ay sonra da (fiilen) tekmeyle kovduğu, fok balığı bıyıklarından hatırlayacağınız John Bolton’ın, Başkan Joe Biden’a “Türkiye’yi NATO’dan atın ki, halk işin ciddiyetini anlasın; muhalefete oy versin” diyen makalesi yayınlandı. Sonra, AK Parti aleyhtarlığı iyice Türkiye düşmanlığına evrilen, ABD savunma bakan yardımcılığında bulunmuş, çeşitli düşünce kuruluşlarında çalışmış Michael Rubin’in Türkiye’nin İHA ve SİHA sanayiinin ABD tarafından yaptırımla cezalandırılmasını tavsiye eden yazısı yayınlandı. Onu, “The Economist” dergisinin “Diktatörlüğün Eşiğindeki Türkiye” başlıklı 41 sayfalık özel eki izledi. Ve haftayı, “Wall Street Journal” gazetesinin yayın kurulu imzasıyla yayınladığı bir başmakalesi tamamladı: Erdoğan siyasal
Almanlar İkinci Dünya Savaşı’nda, Amerikalılar Vietnam’da kentleri, köyleri, toplu oturma alanlarını bombaladılar; üzerinde Kızılay ve Kızılhaç simgeleri bulunduğu halde hastaneleri, ilk yardım çadırlarını yerle bir ettiler.
Rusya şimdi aynı katliamı Ukrayna’da sürdürüyor. Bütün dünya, Çin gazeteleri dahi, Rusya’ya Ukrayna’daki bu insanlık dışı işgali durdurma çağrısı yapıyor; ama nafile. Geçen hafta insan kollarının, bacaklarının, kafalarının konfeti gibi havaya savrulup, itfaiyeciler tarafından bahçeden toplandığı Dnipro’ya BM Genel Sekreteri Guterres ve Güvenlik Konseyi tarafından yöneltilen kınamaların mürekkebi kurumadan, Donetsk bölgesindeki Bakhmut çevresinde 15 apartman sitesi topa tutuldu. Burada da 40’a yakın sivilin öldüğü, çöken binaların enkazında yaralı kişiler bulunduğu bildiriliyor.
Dnipro’da olduğu gibi burada da enkaz altında kalanların çoğu çıkartılmayacak ve sesi çıkan haykırarak, çıkamayansa sessizce can verecek. Can verecekler
Genelkurmay başkanınızı, alıp birkaç ordudan oluşan bir grubun başına - o grup velev ki yabancı bir ülkenin işgaline girişmiş olsun - atadığınız zaman, işler iyi gitmiyor demektir. Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in Genelkurmay Başkanı, Orgeneral Valery Gerasimov’u, üç yardımcısıyla birlikte “Ukrayna Özel Harekât Grubu Komutanlığı” görevine ataması, bir tür yenilgi itirafı, bir tür “Bu işin içinden çıkamıyorum” çığlığıdır.
Putin bu kararı açıklarken, Ukrayna Devlet Başkanı Volodomir Zelenskiy, Rus kuvvetleriyle paralı asker örgütünü Wagner arasında Donetsk bölgesindeki 10 bin nüfuslu Soledar kasabasına ilişkin “Sen aldın-Ben aldım” kavgasıyla alay ediyor; “İkiniz de alamadınız. Biz Soledar’ı taktik olarak boşalttık!” diyordu.
Çok değil, geçen Ekim ayında Ukrayna’daki tüm Rus birliklerinin komutası, Rusya Uzay ve Havacılık Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sergey Surovikin’e verilmişti. Surovikin, şimdi yeni komutanın yardımcısı olacak.
Zelenskiy, “Wagner ile yarışa
Rahmetli hocamız Fahir Armaoğlu’nun Siyasal Tarih dersleri bir tür “savaş ve diplomasi” dersi idi. Kim, kiminle anlaştı ve bunun sonucu olarak kim, kiminle düşman haline geldi? Hangi ülke, nasıl silahlandı ve bunun sonucu hangi ülke, hangi toprakları kime bıraktı? 19’uncu ve 20’nci yüzyılın kan ve gözyaşı tarihini bu iki pencereden görürdük.
O tarihler soğuk savaş yıllarıydı; ortada korkunç bir “korku perdesi” vardı. Nükleer kıyamet ülkeleri, ulusları yok edecekti, hazırlıklı olmak zorunda idik. Sonra bu soğuk savaşın sıcak tehdidi bitti, uluslararası arenada koyun-kurt ile gezmeye başladı.
İşlerin öyle olmadığını, yeni Milenyum’un bir barış dönemi değil, soğuk savaşın vekâlet savaşlarına evirildiği, klasik tehditlerin devam ettiği, insanlığın inanılmaz korkunç bir “sanrı” (gerçekte var olmayan şeyleri görmek, işitmek gibi dayanaksız algılama) halinde olduğumuzu idrak ettik.
Birçok bilim insanı bu dönemin ilişkilerinin de Fahir Hoca’nın “askeriye artı diplomasi” perspektifinden anlaşılamayacağını,
Aklın yolu birdir, derler. Eğer ABD, PKK uzantılarıyla Irak’ı, Suriye’yi ikiye/üçe bölmenin yollarını arıyorsa, kendisini bölgede istikrarın yanında sayan her ülkenin yapması gerektiği gibi, bu iki ülkenin toprak bütünlüğünü garanti etmektir.
Ancak, ABD’nin bugüne kadar hiçbir açıklamasında Irak ve Suriye ile toprak bütünlüğü ifadesini aynı cümlede kullandığını görmedik. Demokrasi dediler, “ülkeyi diktatörlerden kurtarmak” dediler, Daeş’i Irak ve Suriye topraklarından çıkartmak için uluslararası koalisyonlar kurmaya kalktılar ama “Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesine karşıyız” demediler.
Neden?
Çünkü her iki ülke için de, hatta daha doğru ifade edelim; İran ve Türkiye de dahil, bölgedeki 4 ülke için de ABD’nin nihai amacı haritayı yeniden çizmektir. Çünkü bu, Başkan Woodrow Wilson’dan bu yana, ABD diplomatik ve güvenlik aparatlarının en temel gayesidir. Uluslararası yeniden tasarım için