Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Gazze halkının yarısının şu anda yiyecek ve içecekten mahrum olduğunu, diğer yarısının da 10 gün içinde mutlak bir açlıkla karşı karşıya kalacağını söylüyor. Bu açıklamanın ardından Güvenlik Konseyi’nde, 3 daimi ve 10 geçici ülkenin oyuna karşı, sadece ABD ret oyu vererek, Gazze’de “insani ateşkes” ilanını imkansız hale getiriyor.
Genel Sekreter, İsrail’in 63 günde yaptığı saldırılarda öldürülen 17 bin sivilin, 7 bin bebek ve çocuğun listesini veriyor; ABD temsilcisi, hâlâ, 7 Ekim’de Hamas saldırısında çoğu sivil 1200 kişinin öldürüldüğünü 240 kişinin rehine alındığını, İsrail’in kendi kendisini savunma hakkı bulunduğunu anlatıyor.
En son onaylananla birlikte ABD, İsrail’e 7 Ekim’den bu yana 20 milyar dolar yardım yaptı; hesabı tutulmayan miktarda askeri malzeme verdi, ki bunların arasında ortada Gazze diye bir şey bırakmayan bombardımanda kullanılan roketler de var. BM Güvenlik Konseyi’nin İsrail’i konu alan 83 oylamasında tam 42 kere
Hedefte Filistin, Filistinlilerden geriye ne kaldı ise onlar var gibi görünüyor ama nihai amacın, Osmanlı’nın Filistin Vilayetinin diğer kent ve kasabalarında olduğu gibi, Gazze’yi tamamen Filistinlilerden arındırmak olduğu anlaşılıyor. Bu o kadar ayan beyan açığa çıktı ki, Filistinli bebekleri öldüren bombaları İsrail’e bedava sağlayan Amerikan ve İngiliz siyasetçiler bile, yarım ağızla ve sözcüleri marifetiyle de olsa, İsrail’i etnik temizlikten vazgeçirmeye çalışıyor.
Ama çok geç. Sadece İsrail’in işlediği toplu katliam rakamları değil, ama Netanyahu’yu mutlak bir siyasal ölümden kurtaran aşırı sağ partilerin neye razı olacaklarına, neyi reddedeceklerine dair açıklamaları İsrail’in bu İkinci Nakba Operasyonu’ndan vaz geçmeyeceğini gösteriyor. Netanyahu, bu noktada etnik temizlikten ve Gazze’yi (Batı Şeria ve Doğu Kudüs gibi) de sınırsızlaştırma girişiminden vazgeçerse, başbakanlığı kaybedecek ve muhtemelen kendisini yolsuzluk, hırsızlık ve nüfuz suiistimali davalarından mahkeme
"Nakba” (Nekbe), aslı “Yevmün-Nakba” olan 15 Mayıs 1948’deki büyük felakettir. Türkiye, BM’nin kesin sınırlar çizilmeden ve gerekli güvenlik önlemleri alınmadan, Filistin vilayetinin Yahudiler ve Müslümanlar arasında paylaştırılması için kabul ettiği plana, diğer 12 ülkeyle birlikte ret oyu vermişti. (Bu ülkeleri, hangi kaygıyla ret oyu verdiğini tartışmadan, onurlandırmak için isimleri anmak isterim: Afganistan, Hindistan, Irak, İran, Küba, Lübnan, Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, Yemen, Yunanistan.)
Nitekim, 1917’den o güne kadar, Filistin’i Osmanlı’nın elinden alarak Yahudiler için “ebedi yurt” yapmaya hazırlanan İngiliz işgal kuvvetleri, diğer müttefik ülke askerleri ve Kızılay-Kızılhaç ekipleri dahil, Arapları katliama tabi tutan Yahudi Siyon terör örgütleri, Irgun ve Lehi, BM kararının çıktığı an, yayınlanmasını dahi beklemeden “işgal et-öldür-evine el koy” siyasetini uygulamaya başladı. Daha sonra Nakba (Felaket) adını alacak
Amerikan Enterprise Kamu Politikası Araştırma Enstitüsü’nü (AEI) ve onun Türkiye Masası elemanı Michael Rubin’i tanımayan kalmış mıdır? Türkiye aleyhtarı herhangi bir girişim var ve içinde Rubin yoksa, o işin etkisi o kadar zararlı olmayabilir.
Rubin’in son marifeti, Gazze’nin, İsrail soykırım saldırısı sonrası yeniden inşaası söz konusu olduğunda, neden Türk hükumeti ve firmalarına görev verilmemesi gerektiği konusunda destan gibi bir makale döşenerek, şimdiden gerekçe üretmek oldu. Rubin yazısında, “Türk inşaat firmalarının çok güçlü” ve “birçoğunun Irak ve Somali gibi zorlu güvenlik ortamlarında çalışıyor olmalarını” itiraf ediyor ancak Türkiye’nin, İran, Katar ve Suudi Arabistan’ın bu çabaya “asla sokulmaması gerektiğini” öne sürüyor. Sebep? “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hamas terörünü kışkırtması ve meşrulaştırması…”
AEI ve Michael Rubin’in önerisi, Gazze’nin, Hindistan’ın ana ortak,
(Barcelona) - Bir uluslararası konferans dolayısıyla birkaç gündür İspanya’nın Barcelona kentinde, ağzınızdan Türkiye kelimesi çıktığı anda muhatabınızın ağzından “Arda Turan” kelimelerinin dökülmesinin yanı sıra, İsrail ve Hamas konularının açıldığına tanık oluyorsunuz. Türkiye’nin, Filistin soykırımı konusunda, sadece bölge ülkelerine değil aynı zamanda Avrupa kamuoyları nezdinde de sorunun, sıradan bir “direnişçi-merkezi hükumet çatışması olmadığı, düzenli bir ordunun hür türlü insan ve savaş hukukunu, terörle mücadele ahlakını yerle bir eden bir devlet terörü olduğu gerçeğinin ortaya konulmasını sağladığını görüyorsunuz.
Konferansa sadece İspanya’dan değil, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinden çeşitli akademik veya uygulama kariyerlerine mensup kişiler katılıyordu. Kişinin kendi çevresiyle yaptığı görüşmeler ve fikir alışverişlerine dayanarak yaptığı genellemeler, araştırmacılara göre insanın yapabileceği en hatalı araştırma türü olur... Doğrudur, sizin
Haberlerde “ABD’den F-16 satın alma sürecinin tıkanıklığa uğraması” deniliyor. Mevcut bütün askeri savunma planları NATO stratejileri çerçevesinde yapılmış. Bir müttefik bir diğer müttefikten, savaş uçağı satın almak isterse, neden alamaz?
Bizim PKK ve onun uzantıları ile yaptığımız mücadele, BM’nin, ABD tarafından da onaylanmış ve uygulanmakta olan “suçluyu sınırları ötesinde kovalama ve önleme” başlıklı belgesine uygundur. Yani ABD, bize açık veya gizli “Size verdiğim silahları sınır ötesinde PKK ve YPG, PYD gibi uzantılarına karşı kullanıyorsunuz; bunun için artık size silah, uçak, mühimmat ve diğer teçhizatı vermiyorum!” mu diyor? Amerikan F-16 satın alma süreci, başka neden tıkanıklığa uğrasın?
Burada soru gibi ifade ediyorum ama ABD’nin Türkiye’nin ulusal savunma stratejisine, bırakın bir müttefik gibi bakmasını, tam hasmane bir yaklaşım içinde olduğunu, siz de biliyorsunuz ben de biliyorum. Haberler devam ediyor:
“ABD’den F-16 talebi çıkmaza girince Türkiye
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Ortadoğu’yu ateşe atmanın bir numaralı sebebi olan Nazi Soykırımı (Holokost) borcunu Avrupa’nın merkezinde ve bu işin bir numaralı sorumlusu ülkenin başbakanına, yüzüne karşı ortaya koyması, malum koroyu harekete geçirdi: Anti-semitik ve anti-siyonist!
“Filistinlileri tümüyle yok edin, geriye anıları bile kalmasın!” diyen 95 yaşındaki İsrailli bir “yedek” asker (İsrail’de muvazzaf ordu yok; ihtiyacı göre yedek silah altına alınıyor) semitik ise, sanırım damarlarında insan kanı taşıyan herkes anti-semitiktir. Siyonist olmak, Filistinlerin anısını bile yok etmek ise, bir nebze insani duyguya, vicdana sahip olan Yahudi, Müslüman, Hristiyan herkes anti-Siyonist’tir. Ama BM’nin 29 Kasım’da 76. yıldönümü olacak Filistin topraklarında bir İsrail oluşturma planının ruhunu benimseyen hiç kimse ne semitizme ne de siyonizme karşı çıkmaz. Tabii bu terimlerden anlaşılan ırk ayrımı (apartheid) ve soykırımı ideolojileri değilse.
BM’nin Filistin’i Museviler ve Müslümanlar arasında paylaştırma kararının
Sovyetler Birliği’nin ve komünist rejimlerin yok olmasıyla ortadan kalkan şeylerden biri de Karl Marx’ın sınıf tabanlı ekonomi-politik analizi oldu. Oysa bu yöntemi kullanarak dünyayı anlamak çok kolaydı.
İçlerinden biri ülkemiz olmasa, insanın çok şey söyleyeceği 57 koca ülkenin koca liderleri bir araya geliyor, İsrail’in haksızlığı çok açık Filistin soykırımını görüşüyor ve karşılarındaki 7’li cepheye (ABD-Batı Avrupa) doğru dürüst bir laf bile edemeden dağılıyor. Bunu anlamak çok zor. En azından küresel bir boykot çağrısında bulunabilirdi İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT).
Bu hareketsizliği, bu pasifliği, İsrail’e karşı tepkinin lafta bile anlamsız kalmasını anlamak çok zor ama imkansız değil. Sınıf tabanlı ekonomi politik analiz yöntemi, Erich Fromm, Herbert Marcuse, György Lukacs ve daha bir çok benzeri felsefecilerle birlikte tarih olmamış olsaydı, bugün İstanbul’da veya başka bir ülkede satılan kolalı içeceğin, nasıl Gazze’ye bomba olarak yağdığını daha iyi anlardık. Frankfurt