Dışarıdan bakanların bir çırpıda anlamasının imkânsız olduğu, iki farklı tarihte çıkan haberlerin karşılaştırılması durumunda ise asla anlaşılamayacak gariplikte bir memleket.
Yaşayanların büyük bölümünün, çabucak uyum sağlama hali, olan biteni bir çırpıda normalleştirebilmesi, sanki hiçbir zaman hiç olmamış gibi davranma kabiliyeti ise muazzam.
Buna karşılık, yargıya göre, özellikle belli görüşü taşıyanlar hassastır ve yaptırım gerektirir bu tek yönlü hassasiyet.
***
Öyle uzağa gitmeye gerek yok.
Özellikle, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” başlığını taşıyan TCK 216. madde odaklı küçük bir yargı turu, çözüyor bilmeceyi.
Soma’da maden faciasında arkadaşlarını, kardeşlerini, babalarını, meslektaşlarını kaybedenlerin hassasiyet hakkı yok misal.
Bir kamu görevlisinin, yerdeki madenciyi tekmelediğinde, “kin ve düşmanlığa tahrik” bir yana, darp suçundan dahi idari-cezai soruşturma geçirmemesi, yargıya göre kimsede bir etki yaratmıyor.
Dosyalara notlar konuluyor.
Yaşamı boyunca darbenin, çetelerin, suçun yanından geçmemiş insanların yaşamı ya bir itirafçı ifadesiyle ya kaynağı belirsiz bir notla karartılıyor.
Yasal bir basın açıklamasına katıldığı için, bildiriye imza attığı için.
Meclis kürsüsünden açıklıyor HDP Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş; “Benim kardeşim, öz kardeşim, profesör ve doktor, nefrolog, ihraç edildi üçüncü kararnamede ve dosyasına bizzat Ak Partililerin eliyle ulaştım, yanında tek bir not var: ‘HDP Milletvekili Meral Danış Beştaş’ın kardeşi.”
Adaletsizliği ortadan kaldırmak için risk almak esasken, dillerde övünçle söylenen, “acırsan acınacak hale düşersin” önermesi.
***
OHAL Komisyonu’nun nasıl da, “çalışmadığını” anlatan, bu köşedeki yazıdan sonra gelen, “çaresizlik” maillerinin büyük bölümü; “intihardan başka çarem kalmadı” diye bitiyor.
Meriç’te çocukların bedenlerinin yattığı, intihar edenlerin sayısının karıştırıldığı bir iklimde, kayıtsız kalınamaz feryatlar:
Bir insanın ya da bir toplumun adaletle olan ilişkisini belirleyen temel ölçüt, adaletsizliklere ne zaman ses çıkardığıdır.
Ve bu ülkede yaşayanlar, yetki sahibi olana kadar konuştuğu ne varsa unutanlara alışıktır.
Yetkiyi kaybettiklerinde unuttuklarını aniden hatırlamalarına da.
Adalet kavramını kaybettiğinde anımsayanların, biraz olsun özeleştiri yapmadan, hayatında hiç yetki sahibi olmamış ve olmayacak, buna rağmen sürekli ve herkes için adalet talebinden vazgeçmemiş insanları bile eleştirebildiğine de tanıktır insanlar.
***
Dünyanın derdine küçücük de olsa deva olabilme uğruna hayat sürdüren insanlardan Pınar Selek, her dönemin suçlularından.
Sosyolog Selek, gayet kolay ulaşabileceği kürsülerde kalmayı seçse makbul vatandaşlardan olacaktı.
Öyle yapmadı.
Çağla yeşili gözleriyle, avukat olacağını, kendine ait bir tabletinin olmasını hayal ettiğini anlatan Veysel Atılgan’ın hep 8 yaşında kalmasının üzerinden 3 yıl geçti. 10 Ekim 2015’te, babasını güç bela barış mitingine gelmeye ikna eden, kapının önünde kendisini öpmek isteyen annesine, büyük büyük, “Öpmene gerek yok, sen bir gül yeter” diyen Veysel.
Herkes işini gereği gibi yapsa, yani iki canlı bombanın sınırdan geçmeleri önlense, yüzlerce kilometre yolu üzerlerindeki bombalarla rahat rahat geçip gelmelerine engel olunsa, istihbaratlarla ilgili önlem alınsa Veysel Atılgan, babası İbrahim Atılgan ile birlikte Ankara Garı’nın önüne gelecek, Sıhhiye Meydanı’na kadar yürüyecek, güz sıcağından bunalacak, yorgun argın evine dönüp annesinin kocaman gülüşüne kavuşabilecekti.
Veysel ile babası bombalarla katledildi, diğer 101 insan gibi.
Geriye ölümlerin acıları, yüzlerce yaralı, “kokteyl terör” gibi garip bir kavram, gülümsemelerle dolu basın toplantısı, soruşturulmayanlar ve Veysel’in, “Benim için ne yaptınız?” dercesine, insanın gözlerinin içine bakan gözleri kaldı.
***
Anımsanacaktır; İçişleri müfettişleri, 10 Ekim katliamı öncesindeki istihbarat yazılarında, canlı bomba saldırısı
Çok kestirmeden, düz bir mantıkla şu sonuca ulaşabiliriz; herhangi bir yerden uluslararası ya da yerel mahkemelere başvuru sayısı artmışsa, orada bir sorun alanı vardır.
İlginçtir, görevi insanların hakkını korumak olan Anayasa Mahkemesi, AİHM gibi mahkemeler, başvurular yoğunlaştığında, iş yoğunluğunu çözecek bir formül oluşturmak yerine topu başka bir yere atmayı tercih eder.
OHAL Komisyonu, işte bu tercihin sonucunda kurulmuş, bir sonuç üretmeyeceği de bilinmesine rağmen tavsiye ve teşvik edilen, görevlerini yapmayan mahkemelerin işi uzatmak için buldukları bir formül.
O formülün sağlıklı işlemeyeceği zaten ortadaydı da en azından darbe girişiminin 2. yılına gelinirken, haksızlığa uğrayanı biraz olsun tespit edebileceği umut ediliyordu.
Kurulmasına ilişkin karar alınmasından bu yana geçen 1 yıl 4 aylık süre sonunda komisyon, KHK’larda ismi geçenlerin başvurularından sadece yüzde 5’ini karara bağladı.
Bina sorunu, personel sorunu, belge beklenmesi, sıraya konulması, tasnifi, incelenmesi, tebliği derken mevsimler geçti.
Tek bir KHK’da işine son verilen insan sayısı kadar insanın başvurusu karara bağlanamadı.
Bir de kriterler sorunu var.
Bir ülkedeki yargı sistemini anlamak için, yasaların olaylara ve kişilere göre eğilip bükülmediğine, nasıl uygulandığına bakmak gerekir.
Bir görüşe mensup insanlar her koşulda korunup kollanıyor, karşıt görüştekiler ise binde birini yapmadan yargılanıyorsa orada adaletten söz etmek de mümkün değildir.
***
Mülkiye, yani Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ruhu, burayı sevin ya da sevmeyin, devletin ve muhalefetin damarlarında dolaşır.
İşte o Mülkiye’nin 80 yıldır gelenekselleşen, yakınlarına kadro yolu açılması iddiaları dışında hemen her şeyi soruşturan Ankara Üniversitesi yönetimince yasaklanan İnek Bayramı’nı biliyorsunuz.
Üniversite yönetiminin, İnek Bayramı’ndaki teatral, basit temsildeki imam rolünü oynayan öğrenci hakkında tam 22 ay sonra soruşturma açtığı da biliniyor.
Avukat Ceren Şimşek, üniversite yönetimi hakkında, “Suçsa 22 ay niye beklediniz, değilse niye suç uydurdunuz?” diyerek suç duyurusunda bulundu ama mesele bununla sınırlı değil.
Öğreniyoruz ki Ankara Başsavcılığı da öğrenci hakkında İnek Bayramı’ndan 17 ay sonra dava açmış.
Kadın ve çocuklara yönelik suçların önlenmesi için cezaların artırılmasının yeteceğine yönelik anlayış çalışadursun, meselenin öncelikle kafalarda olduğuna dair örnekler son derece trajik biçimde önümüze çıkmaya devam ediyor.
Henüz 33 yaşında, Orhan Munis tarafından 15 yerinden bıçaklanarak öldürülen TRT sanatçısı Hatice Kaçmaz’ı anımsarsınız.
Ve cinayetle ilgili davada verilen, tam da odak noktasını gösteren kararı.
Eşini yitiren, 3.5 yaşındaki kızıyla yaşayan Kaçmaz, tanıştığı Orhan Munis’le yapamayacağını anlayınca, bunu açıkça belirterek, yolunu ayırdı.
Ancak Munis’e göre bu kadar kolay olamazdı.
Kaçmaz’ı geceler boyu telefonla rahatsız etti, defalarca reddedilmesine rağmen evlenme teklif etti.
Munis, en sonunda Kaçmaz’ı son bir kez görüşmek üzere, evin yakınlarındaki bir parka çağırdı.
Dosyadaki bilgilere göre Munis, buluşmaya 19.5 cm uzunluğunda bir bıçağı çorabına saklayarak gitti.
Anne, eşini 14 yaşındaki kızının yatağında buldu. Battaniyeyi hızla çektiğinde, eşinin yaptığıyla yüzleşmek zorunda kaldı! ‘Cinsel istismar’dan tutuklanan baba bir süre sonra tahliye edildi
Büyük sözler havada uçuşuyor.
“Asalım, hadım edelim, ömür boyu yatsın, bir daha gün yüzü görmesin...”
Oysa uygulanması durumunda ne yasalar ne de Türkiye’nin ilk imzacısı olmakla övündüğü ancak asla uygulamadığı İstanbul Sözleşmesi yetersiz.
Aksine, kadınları, çocukları, çevreyi, hayvanları korumak için yasal anlamda ne gerekiyorsa elde kullanma olanağı var.
Eksik olanın, yaşananlara bakış ve yorumlama biçiminde bulunduğu ise net biçimde görülüyor.
Bu hafta, cezaları artıran yeni düzenlemelerin Meclis’e sevk edilmesi bekleniyor.
Ancak, umudumuz aksinin yaşanması olsa da bu düzenlemelerin de anlayışı değiştirmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.