13 Kasım 2002’de AK Parti’nin Türkiye’yi yönetme deneyimi başladı.
Bugüne kadar, bu deneyim, “güçlü hükümet-zayıf muhalefet denklemi”nde devam etti.
AK Parti girdiği tüm seçimleri kazandı. 2002’de %34 ile başlayan süreç, bugün, %50 oyu olan bir tek parti ya da “egemen parti” konumu yarattı. Bu konumunu AK Parti, seçim kazanarak elde etti.
Bu nedenle de, “demokrasi=sandık”, “halk her zaman doğrudur”, “çoğunluk-azınlık ilişkisi” referansları, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AK Parti tarafından sıklıkla kullanılıyor.
Türkiye’nin dönüşümü AK Parti’nin seçim kazanmasını sağladı. Seçim kazanma AK Parti’yi egemen parti yaptı. Türkiye’de, “güçlü tek parti yönetimi” pekişti.
Muhalefet giderek zayıfladı. Zayıf muhalefet olgusu ve sorunu, AK Parti deneyiminin önemli boyutlarından biri oldu.
AK Parti, her ne kadar muhalefet partileriyle söz düellosuna girişse de, bu süreç içinde, başta CHP olmak üzere, muhalefet partilerinin kendisine rakip olmadığını biliyordu.
Muhalefetle söz düellosu, sadece bir vitrin ve esas olanı gizleyen bir maskeydi.
İçeride ekonomik dinamizm ve proje yoluyla hizmet, dışarıdaysa, küreselleşmeyle, uluslararası toplumla, ve kendi bölgesiyle iyi geçinme; bölgesel ve küresel ölçekte, “Türkiye=AK Parti” algısını yaratmak, Başbakan ve AK Parti’nin temel stratejisi oldu.
İçeride, sürekli oy arttırımına dayalı “seçim başarısı”, dışarıdaysa, “Türkiye=AK Parti algısı”, bu stratejinin birbirleriyle ilişkili iki ayağıydı.
Ta ki, Gezi Parkı protestoları ve Mısır darbesine kadar.
Başta Başbakan ve AK Parti’nin bu çok önemli gelişmelere yanıtı, 2002’den bugüne devam eden AK Parti deneyiminde çok ciddi kırılmaları ve ilkleri yarattı.
AK Parti’yi bugünkü konumuna getiren temel stratejinin ikinci ayağı olumsuz bir eğilime hızla dönerken, ilk ayağı bağlamında da, “Acaba mı” soruları sorulmaya başlandı.
2002’den bugüne, altını çizelim, ilk defa, uluslararası toplum ve küreselleşme ile AK Parti arasındaki iyi ilişkilerin yerini, karşılıklı olumsuz söylemler ve tavır aldı. İlişkilerde kopukluk hızla derinleşti. Yurtdışındaki Türkiye=AK Parti algısı bitmeye başladı.
Bu bağlamda, vurgulayalım, Başbakan, eleştirilerin odak noktası oldu. Uluslararası toplum ve küresel aktörlerin Başbakan Erdoğan’a bakışı hızla olumsuza değişti, sert eleştiriler sıklıkla yapılmaya başlandı. Başbakan odaklı eleştiriler, son dönemde Türkiye üzerine yazılanların ve konuşulanların ortak paydası oldu.
Türkiye, 2014 Mart’ında yerel seçimler, ağustosunda da ilk defa halkın seçeceği cumhurbaşkanlığı seçimlerini yaşayacak. İkisi de, genel seçimlerden farklı olarak, parti değil, kişi temelinde yapılacak seçimler. Belediye başkanı ve cumhurbaşkanı adaylarının kim oldukları, halk tarafından nasıl algılandıkları çok önemli. Dahası, bir oy fazla alındığı zaman kazanılacak seçimler.
2014 Mart’ı için, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, İzmir, Diyarbakır ve diğer metropol kentler kilit önem kazanıyor.
İstanbul kilit kent niteliğinde. Ankara da öyle.
Bu seçimlerin sonuçları, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ve kimin cumhurbaşkanı olacağını da etkileyecek.
Bu kentlerde AK Parti seçimleri kaybedebilir mi? Ya da AK Parti’nin “seçim kazanma niteliği” bitebilir mi? 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara ile başlayan süreç, 2014’te sona erebilir mi? Uluslararası toplumla kopuş yaşayan AK Parti’nin, seçim kaybetme durumu da ortaya çıkabilir mi?
Siyasi gündeminin ana konusu bugün ve 2014 Mart’ına kadar bu sorular.
Bu noktada, ilk defa, muhalefet partileri de seçim kazanabilir konuma geliyorlar, başta CHP olmak üzere, önemleri artıyor.
Bu nedenle de;
CHP İstanbul’u kazanabilir mi ve CHP-MHP siyasi dansı -ki bu dans, partiler değil, sadece seçmen katında bile yapılabilir- Ankara’dan başlayarak kilit kentlerde seçimleri kazanabilir mi? Soruları sıklıkla sorulup tartışılıyor.
“CHP’nin ne yapacağı” sorusuna, böyle bir çerçeve içinde yaklaşmanın yararı var.
Devam edeceğiz.