Yurtdışında dostlarım sıklıkla şu soruyu sorarlar: Bir yıla bu kadar olayı, sorunu, nasıl sığdırıyorsunuz?
Gerçekten de, Türkiye, her biri, herhangi bir gelişmiş demokrasiyi uzun yıllar uğraştırabilecek büyük olaylarla, büyük sorunlarla, aynı zaman diliminde uğraşan bir ülkedir.
Bu nedenle, şu saptamayı da eklerler: Sıkıcı olmayan, heyecan dolu bir ülkede yaşıyorsun.
Doğrudur: Türkiye, sıkıcı değil, aksine zamanın çok hızlı geçtiği heyecan dolu bir ülkedir.
Gelişmiş demokrasiler, kural-temelli, istikrarlı, ama, genelde de sıkıcı ülkelerdir.
Türkiye ise, kuralların uygulanışı eksik, istikrarı zayıf, yaşamı zor, fakat, asla sıkılmadığınız, heyecan dolu bir ülkedir.
Umberto Eco’nun, 2000 yılında dilimize çevrilen çok sevdiğim Foucault Sarkacı romanı, Türkiye’yi anlamak için yararlı bir metaforu bize sunar.
Farkında mısınız, son üç yıldır, her yılı, Türkiye’yi sarsan, içimizi daraltan bir olayla bitiriyoruz.
İki yıl önce, 34 vatandaşımızın öldürülüşünü yaşadığımız Uludere faciasıyla, 2011’i bitirmiştik.
Ağlayan ailelerin yüzündeki acı, hepimize sinmiş, yeni yılı kutlamak içimizden gelmemişti.
2012 yılı, Paris’in göbeğinde, gündüz vakti, üç PKK üst düzey yöneticisi kadının öldürülmesiyle bitmişti. Suikast, çözüm sürecinin başlamasından hemen sonra olmuştu. “Acaba, süreç başlamadan bitecek mi” endişesiyle yeni yıla girmiştik.
2013’ü de, çok ciddi yolsuzluk iddialarıyla iç içe geçmiş Erdoğan-Ak Parti-Gülen Hizmet Hareketi kavgasıyla bitiriyoruz.
Yılın son günleri, bakanların istifalarına, bakan çocuklarının, üst düzey bürokratların tutuklanmalarına, üst düzey polislerin ve yargı mensuplarının yerlerinin değiştirilmesine, kabine revizyonuna, kısacası, ciddi bir “siyasi ya da yürütme-yargı krizi”ne sahne oluyor.
Türkiye’nin, ekonomisiyle, demokrasisiyle, toplumsal barışıyla, kaybettiği bir kriz bu.
Erdoğan/AK Parti-Gülen Hizmet Hareketi arasındaki kavga, korkutucu ve Türkiye’nin geleceği için endişe verici boyutlara geliyor. Dışarıdan izlemesi bile çok zor bir kavga.
Daha da önemlisi, endişe verici bir kavga. Hem içeride, hem de dışarıda, Türkiye’nin kaybettiği bir kavga.
Yaşadıklarımızın iki boyutu var. Her ikisi de, bir iki cümleyle geçiştirilemeyecek, taraf olunamayacak sorunlara tekabül ediyor: “Yolsuzluk sorunu” ve “Erdoğan/AK Parti’ye karşı yapılan kavga.”
Çok ciddi yolsuzluk iddiaları var. 17 Aralık’tan bugüne, bazı bakanların çocukları dahil olmak üzere, bir sürü kişinin tutuklanması. İstanbul Emniyet Müdürü dahil olmak üzere, ülke düzeyinde görevden almalar, yeni atamalar yapıldı. Hukuk alanında yönetmelikler değiştirildi. Gazetecilerin, davetli olma dışında, emniyete girişleri yasaklandı.
Yolsuzluk iddialarında adı geçen bakanlar istifa etmediler, görevden alınmadılar.
Başbakan’ın çok sert açıklamaları oldu.
Fethullah Gülen’in yanıtı da çok sertti.
Sabancı Üniversitesi, İstanbul Uluslararası Enerji ve İklim Araştırma Merkezi ve TÜSİAD tarafından düzenlenen, Dünya Enerji Görünümü 2013 toplantısını izliyorum.
Güler Sabancı ve Memduh Boydak’ın açılış konuşmaları, Türkiye’nin enerji alanında yapması gerekenleri ortaya koyuyor.
Sabancı, “yerli ve yenilebilir enerji kaynaklarına üretim temelinde odaklanmamız ve enerji sektörünü, rekabet-verimlilik ekseninde güçlendirmemiz gerekiyor” diyor.
Boydak da, bunun için “etkin ve verimli bir Doğalgaz Kanunu’nun çıkmasının ve Enerji Borsası’nın açılmasının” şart olduğunu” söylüyor. Boydak’ın, bugünün enerji politikaları ve kurumsal yapısıyla, “Türkiye’nin, 2023 enerji hedeflerine ulaşmasının çok zor olduğunu” söylemesi de dikkat çekiyor.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Murat Mercan’sa, 2013 hedefleri için, devletin, özel sektörün, akademinin, üretim ve ARGE alanlarında birlikte çalışmasının önemini vurguluyor. Mercan, yenilebilir kaynakların enerji talebinin karşılanmasında çok az bir paya sahip olduğunu, bunun için de kömür üretimine ve Hidro alanına yatırım yapacaklarını söylüyor.
Açılış konuşmalarından sonra, her zaman, vizyoner görüşlerinden çok yararlandığım
1990’lar, yolsuzluğun, banka boşaltmaların, siyaset-banka-mafya ilişkilerinin çok ciddi boyutlara ulaştığı bir dönemdi.
Türkiye’nin üzerine karanlık bulutlar çökmüş, ekonomik ve siyasal istikrarsızlık taşınamaz boyutlara gelmişti.
İlk önce, 1994 krizi geldi. Arkasından, 2001 yılında, 19 Şubat’ta ekonomi çöktü.
2001 ekonomik krizi, yolsuzluğun tepe noktasına vardığı “kötü yönetim krizi”ydi.
3 Kasım 2002 Genel Seçim sonuçları, Türkiye halkının yolsuzluk hakkında ne düşündüğünü ortaya çıkardı: 1999-2002 Meclisi’nin koalisyon ortağı üç partisi ve iki muhalefet partisi, hepsi, hezimete uğradılar.
Yeni kurulmuş AK Parti çoğunluk hükümetini kurdu, CHP ana muhalefet partisi oldu.
Başta AK Parti ve CHP, ana hedeflerinin başına, yolsuzluğa karşı mücadeleyi koydular.
Madrid’e, Suriye ve Mısır odağında Türkiye dış politikası üzerine bir konuşma yapmaya gidiyorum.
Uçakta, bir taraftan notlarıma bakıyor, bir taraftan da dağların karla kaplı muhteşem güzelliğini seyrediyorum.
Suriye ve Mısır krizleriyle “reset”lenmek gerekliliğinde olan dış politikamız için AB tam üyelik sürecinin önemini inandırıcı biçimde nasıl ilişkilendireceğimi düşünüyorum.
Türkiye’de de, son yıllarda, AB tam üyelik müzakereleri durdu, AB’yle ilişkiler donma noktasına geldi, AK Parti hükümetinin AB sürecine yaklaşımı ilgisizlik düzeyine indi.
Türkiye-AB bütünleşmesinin ve AB çıpasının, Türkiye için önemini, kamusal alanda, akademik dünyada ve örgütlü toplum olarak yüksek sesle dillendirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’nin, başta demokrasi ve hukuk alanlarında yaşadığı sorunlara çözüm bulması, dış politikada tekrardan etkili olabilmesi ve ekonomide sürdürebilir büyüme ve insani kalkınma yaratabilmesi için, AB çıpasının kritik önemini vurgulamalıyız.
Eğer AB çıpası ve Kopenhag kriterlerine bağlılık güçlü olsaydı, hukukun bugün iflas etme noktasına gelmesi bu kadar rahat olabilir miydi?
1918 yılında başlayan, 1962-1990 yılları arası 27 yılı hapiste, ufak bir odada geçen bir ömür.
İnancın, ahlakın, vicdanın, direnmenin, iradenin, vicdansızlığa ve adaletsizliğe karşı mücadelesini ve başarısını içeren bir ömür.
Afrika’nın bir köyünde başlayıp, tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği bir dünya liderliğine uzanmış bir ömür.
Dünyanın güçlü lideri ABD Başkanı Obama’nın, “Görebileceğimiz en etkili, cesur ve iyi insanını kaybettik” diye nitelediği bir ömür.
Kazandığı anda, intikam almak yerine, kendisine ve halkına acı çektirenlere hoşgörüyle yaklaşmış ve uzlaşmayı tercih etmiş bir ömür.
En güçlü olduğu anda, iktidarı bırakma erdemini göstermiş bir ömür. Büyük insan Nelson Mandela’dan bahsediyoruz.
Bu büyük insanı, yarın, doğduğu köyde uğurlayacağız; barışın, adaletin, vicdanın ve hoşgörünün simgesi olarak adını tarihe yazdırmış bir dünya lideri olarak. Mandela isminin ne kadar önemli olduğunu, Kanada’da doktora yaparken, 1980’lerin sonlarında anlamıştım.
30 Eylül 2013 tarihinde Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı Demokratikleşme Paketi, üç seçenekli yeni seçim sistemi önerisi de yapıyordu.
Başbakan’ın sunduğu üç seçenek şöyleydi: a) Var olan %10 ülke barajlı Nispi Temsil Sistemi’nin devamı; b) %5 ülke barajlı, her bölgede 5 milletvekilli Daraltılmış Bölge Seçim Sistemi’ne geçiş; c) Ülke barajsız Dar Bölge Seçim Sistemi’ne geçiş.
Başbakan, bu seçenekleri sunduktan sonra, diğer siyasi partileri tercihlerini belirlemek için çalışmaya davet etti ve eğer bir sonuç almazlarsa, kendi tercihlerini yapacaklarını söyledi.
Başbakan, Moskova dönüşü, uçağında, daha kendilerine gelen bir siyasi parti önerisi olmadığını söylemişti.
Dahası, yeni Anayasa yapım sürecinin durmasıyla, seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu reformları çok daha önem kazandı.
Çünkü; 1982 darbe anayasasıyla, var olan seçim sistemi ve Siyasi Partiler Kanunu ile Türkiye’nin, ne “demokratikleşme”si ne de çözüm sürecinin sürdürülebilirliği mümkün değil.
Yeni bir seçim sistemine ve yeni siyasi partiler kanununa gereksinimiz var.