Simsiyah bir sahne… Perdesinden zeminine koyu bir hiçlik, menzili yokluk olan modern zaman dervişi iki sanatçıya ev sahipliği yapıyor: Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu. Huzurlu bir sessizlik sahneden salona… Kısa bir akord faslı. “Eskiyiz” diyen Erkan Oğur konserin temasını şöyle özetliyor: “Eskiden gelenleri bugüne taşımak, ileriye aktarmak, hatırlatmak”. Şimdi hazırlar. Oğur kopuzuyla Demircioğlu bağlamasıyla Anadolu türkülerini ses hafızamıza doğru yola çıkarıyor.
Modern zaman dervişleri
Anonim bir Sivas türküsüyle başlıyor konser: “Yüce dağ başında yanar bir ışık / Düşmüşüm derdine olmuşum âşık / Ağ buğday benizli zülfü dolaşık / Dividim kalemim yazarım”. Oğur’un tiz Demircioğlu’nun bas seslerindeki uyum, 25 yıllık dostluklarından taşan derinlikle bu çok iyi bildiğimiz türküye bilmediğimiz bir güzellik katıyor. Pir Sultan Abdal’dan bir Ruhi Su türküsü geliyor. Yaşar Kemal’in “İnce Memed”de Sefil Ali’ye söylettiği türkü bu.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hayata geçirdiği Türkiye Kültür Yolu Festivali nisan ayında Adana’da başlayan yolculuğunu Türkiye coğrafyasında 16 ili gezerek bugün Antalya’da sona erdiriyor. Festival bu 16 şehirde, sanatı, kültürü ve tarihi şehir sakinleriyle buluşturdu. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, festivalin son durağı Antalya’da basın mensuplarıyla bir araya gelerek onların sorularını yanıtladı.
Geçen yıl Avrupa Festivaller Birliği’ne kabul edilen festival, birlik tarafından ‘en geniş katılımlı ve en geniş kapsamlı’ festival olarak belirlendi. Milyonlarca insan sekiz ay boyunca sergilerden konserlere çok sayıda etkinliği izleme fırsatı buldu. Festival İstanbul merkezden periferiye uzanırken özellikle Anadolu şehirlerinde büyük ilgi gördü. Bakan Ersoy’un verdiği bilgiye göre bazı illerde neredeyse nüfus kadar katılımcı oldu. Uçak trafiği arttı, oteller doldu, esnafın yüzü güldü. Anadolu’da dokuz günde iki-üç aylık cirolar yapıldı. Festival
Yıl 1962. Gökyüzünden kayan parlak bir yıldız düşer Türk sinemasına, güzelliğiyle seyircinin nefesini keserek. Yer yerinden oynar. Toplumsal gerçekçi akımın güçlü kalemi, köy edebiyatının öncülerinden Fakir Baykurt’un Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan aynı adlı kitabından uyarlanan, senaryosu ve yönetmenliği Metin Erksan’a ait “Yılanların Öcü”dür bu yıldız. Daha vizyona girmeden sansürle karşılaşır. Köy gerçeklerini çarpıttığı iddiasıyla. Metin Erksan, filmini alıp Cemal Gürsel’e gider ve filmin üzerindeki yasak bizzat Başbakan Gürsel tarafından kaldırılır. Evinin önüne ev yapmak isteyen Haceli’ye, onu koruyan kollayan köy ahalisine ve muhtara karşı, oğlu, gelini ve üç küçük torunuyla tek göz odada yaşayan Irazca’nın verdiği mücadeleyi anlatır film. Irazca rolünde o güne dek 35 filmde yer almış karakter oyuncusu Aliye Rona vardır. Bu film onun dönüm noktası olur. O kadar ki “Yılanlar’ın
30 Nisan 1949’da Kadıköy’de Bahariye Caddesi’ndeki Geren Apartmanı’nın giriş katında, 21.05’te dünyaya gelir Selim İleri. Doğmak için bahar mevsimini seçmesi tesadüf değil. Baharın Selim İleri’yle bir ilgisi olmalı. Beş yaşındayken annesi onu öğle uykusuna yatırmadan önce her gün bir masal okur. Masalı dinler, bitince uyuyormuş gibi yapıp, o masalı önceki masallarla birleştirip kendi kendine masal anlatmaya devam eder. 1960 yılında Radyo Tiyatrosu’nda Tennessee Williams’ın “Sırça Köşkü”nü dinlediğinde kesinkes karar verir yazar olmaya, insanların acılarını yazmaya. 18 yaşında Yeni Ufuklar dergisinde “Savaş Çiçekleri” öyküsü yayımlanır. O artık yazar Selim İleri’dir.
Geçtiğimiz temmuz ayında yazar Selim İleri, edebiyatta 57 yılı geride bıraktı. Yazarlığının 40. yılında Prof. Dr. Handan İnci “Şimdi Seni Konuşuyorduk” isimli bir kitap hazırlamıştı. Onu tanımış 40 yazarın izlenimleri yer alıyordu bu kitapta. Yeniden okudum kitabı. Sunuş yazısında “Selim İleri için
Zor zamanlardan geçiyoruz. Bir süredir ülkenin içine kurulmuş bir korku tünelinde, raylı sistemde sürekli tekleyip korkuya daha fazla maruz bırakan bir arabada devasa bir karanlık içinde ilerliyoruz. Ama gel gör ki, lunaparkta bu tünele girmeme konusundaki özgür irademiz hayatın içinde yok. Bir sabah uyanıyoruz, sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu iple boğup dere kenarına atmışlar. Bir başka sabah iki yaşındaki bir bebek, cinsel istismar sonucu ölüyor. Kadınlar vahşice katlediliyor, kafaları kesilip surlardan atılıyor. Tünelin sonu yok, bitmiyor. İçinden çıkabileceğimiz radikal çözümler üretilemiyor. Kiminle konuşsam endişe içinde, özellikle kadınlar. Ben de bu ruh hâlinden muaf değilim, korkuyorum.
Ama işte hayata ‘bana bir süre müsaade, biraz uzaklaşıp geleyim’ denmiyor. Kendi kişisel mücadelemizi verirken, tünel yıkılsın diye bu mücadeleye topyekün devam edebilmek için nefes almak zorundayız. Dengemizi korumak. Benim uzun yıllardır bildiğim tek yol sanata sığınmak. İyi bir kitap,
Ingmar Bergman… İsveç’ten çıkıp tüm dünyayı etkisi altına alan, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük auteur’ü benim için. Kamerayı kalem gibi kullanan, büyük bir edebiyatçı aynı zamanda. Hangi filmini izlesem, diyalogların altını çizme isteği duyarım. Çok uzun yıllar önce DVD’de izlediğim “Bir Evlilikten Sahneler”in kimi diyaloglarını yazdığım bir defterim vardı. Filmi başa sara sara… Taşınma sırasında kaybettiğim. Bu yüzden filmin senaryosundan oluşan aynı adlı kitabın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktığını öğrenince, havalara uçtum desem yeridir.
Bu yıl “Bir Evlilikten Sahneler”in sinemada gösteriminin 50. yılı. Bergman’ın “Üç ayda yazdım, dört ayda çektim. Ama gerisinde bir ömür vardı” dediği… Yaptığı evliliklerden otobiyografik öğeler taşıyan. Başlangıçta tv dizisi olarak çektiği “Bir Evlilikten Sahneler”in 1972 yılında haberini verirken “Bir burjuva ideali olan güvence arayışının insanların
Küçükken babanızın ölmesini istediğiniz oldu mu hiç?
Bilge’nin oldu. Evden gittiğinde babası, dönmemesi için dua etti. Bir kaza, bir kalp krizi gelsin onu götürsün istedi. Yaşı biraz büyüyünce birine âşık olsun, tası tarağı toplayıp gitsin diye etti dualarını. Daha da büyüyüp keşke sahibi olunca, babası kaptan olup uzun yolculuklara çıkmadığı, her ülkeden ailesine kartpostal göndermediği, dönüşlerinde onları hediyelere boğmadığı için hayıflandı.
Gel zaman git zaman, develer tellal, pireler berber oldu ve Bilge ölüme yatan babasının beşiğini sallamak üzere İstanbul’dan kalkıp 725.1 km uzaklıkta bir sahil kasabasındaki evine döndü.
İşte tam bu noktada başlıyor Fatma Nur Kaptanoğlu’nun Can Yayınları’ndan çıkan “Babam, Ev ve Yumurta Kabukları” adlı romanı. Kitabın kahramanı Bilge, yurt dışına gitmek zorunda kalan ablası Cansu’dan babasının birkaç haftalık ömrü kaldığını, ona göz kulak olması gerektiğini öğreniyor. Bilinci kapalı şekilde, makineye bağlı yaşayan ve
Ev, onu otel gibi kullanmayanlar için dört duvardan fazlası. Kendine ait bir hafızası var. O hafızada saklı nice yaşanmışlık. Hele içinde uzun süredir yaşıyorsanız. Kelimeler yetmediğinde ‘şu duvarların dili olsa da konuşsa’ keşkesinin altında doğumlar, ölümler, kutlamalar, heyecanlar, unutulmayan anılar, telaşlar, art arda devrilen yıllar… İçindeki kimi bölümlerde, çekmece ve sandıklarda saklanan objeler, evraklar, fotoğraflar, kartpostallar. Bir başka deyişle ev kendimize ait küçük bir müze. Bütün bunları başka bir yere taşımak mümkün ama ya evin ruhu, o taşınabilir mi? Yıpranan kent dokuları arasında yer alan apartmanları estetize etmek, bu vesileyle kente yeni bir kimlik kazandırmak, deprem riski düşünülerek güçlendirmek için yapılan kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılıp yeniden inşa edilen yapıdaki yeni bir eve taşınabilir mi mesela? Netameli bir konu değil mi?
Peki Faruk ne yapsın? Yaşı gelmiş 90’a. Yaşadığı apartmanın sakinleri karar vermiş. Evi kentsel dönüşüme girecek. Yaşı 90 diyorum ama