Yıl 1951. Kıbrıslı bir ailenin babası, eşine ve çocuklarına rahat bir hayat yaşatabilmek için Londra’ya çalışmaya gider. İki yıl sonra eşi, üç çocuğunu da yanına alıp yola çıkar. En küçük çocuğu Erbil Arkın henüz üç yaşında bile değildir. Okul vakti geldiğinde eğitimine burslu olarak devam eder. Daha 1. sınıftayken öğretmenleri resime ve çizime ilgisini fark ederler. Aile ile iş birliği yapıp ona özel resim dersi aldırırlar.
Erbil Arkın, 16 yaşına geldiğinde Londra’daki Tate Galeri’de Rodin’in anıtsal boyuttaki “The Kiss” heykeliyle karşılaşır. Heykelin görkemi, sanatçının ustalığı karşısında büyülenir âdeta. Tate’ten çıkar çıkmaz soluğu kütüphanede alır. Rodin ile ilgili ne bulduysa okur, günlerce, haftalarca… Büyük bir tutkunun ilk kıvılcımı düşmüştür kalbine. Bir gün bir Rodin heykeli alabileceği geçmez aklından. Ama hayalini kurar mı? Kurar.
Rodin’in etkisi, kendi sanatsal yetenekleriyle birleşince De Montfort
Ya ortaokul son sınıf ya da lise 1 olmalı. Elimdeki gazetede bir Sezen Aksu röportajı. Soruyor gazeteci, “Bu aralar ne okuyorsunuz?” Aksu’nun cevabı, “Dün gece sabaha kadar Selim İleri’nin ‘Seni Çok Özledim’ kitabını okudum. Okudum ve ağladım”. Gazeteyi bırakıp dışarı fırlıyorum. Şişli’deki sokak kitapçısından kitabı alıp eve dönüyorum. Ne güzel, ne şanslı çocuklarmışız. Sezen Aksu’dan yazar tanımak gibi paha biçilmez lükslerimiz varmış. Bu Selim İleri’yle ilk karşılaşmamdı. O günden sonra her çıkan kitabını okudum.
Aradan yıllar geçti. Gazeteci oldum. 30 yıl boyunca onunla söyleşiler yaptım. Kitaplarıyla ilgili yazılar yazdım. Gün geldi eleştiri yazdığı kitap eklerinde bu defa o, büyük bir incelikle benim kitaplarımı yazdı.
Selim İleri’nin 52 yıllık Milliyet Sanat dergisine ilk sayısından itibaren yazdığı yazılarla büyük emeği geçti. Yazılarını daktilosunda büyük bir özenle yazar, tam gününde arşivinden seçtiği fotoğraflarla kuryeye teslim eder, biz bilgisayara
Evliliklerinin yedinci yılını geçiren bir çift: Filiz ve Fırat. Filiz, çalıştığı şirkette patronun asistanlığını yaparken, oğluyla tanışıp kısa süre sonra evleniyor. Edebiyat mezunu ama evlilikle gelen terfi (!) nedeniyle, kocası da konuya sıcak bakmadığından çalışmaya devam etmiyor. Bundan sonrasını tahmin etmek zor değil. Aşk, heyecan, eğlence, paranın getirdiği lüks, güzel yemekler, arabalar… Dolce vita! İyi ama nereye kadar?
Ümit Ünal’ın yeni filmi “Evcilik”te tam da o sınır noktasında karşımıza çıkıyor çiftimiz. Tatil için gittikleri muhteşem bir Ege manzarasına bakan Evcilik Otel’de. Etrafta kimseler yok. Otel sahibi hastalanıp hastaneye yattığı için başka rezervasyon alınmamış. Filiz ve Fırat oteli kapatmışlar gibi. Odalarına girdikleri an, maç izlemek için televizyona yapışan bir adam ve kendini yalnız hisseden bir kadın oluveriyorlar. Evliliğe ait en tanıdık fotoğraf karelerinden biri. Canı sıkılıp somurtan Filiz, en yakın arkadaşı cep telefonuyla havuz kenarına gidiyor. Takipçileri için biz geldik, böyle de güzel bir
Zuhal bir anne. Oğlunun “‘Benim Annem Ankara’ydı. Denizi, Boğaz’ı yoktu ama direnişti, mücadeleydi!” dediği. O Ankara ki, üç erkek evladına “Hansel ve Gretel”deki kurabiyeden ev gibi bir yuva inşa ediyor. Camları, kapısı, sundurması, çatısı şefkat kurabiyesinden.
Zuhal’in Peter Pan Sendromu’ndan muzdarip eski kocası Hasan. Yetişkin gibi davranmayan, aileyle ilgili hiçbir sorumluluk almayan bir çocuk adam. Büyümekten korkan, büyüdüğünü kabul etmeyen, güven vermeyen bir karakter. Sorumluluktan inşa edilen aile kurumunun onda yarattığı baskı nedeniyle her fırsat bulduğunda bir ergen gibi aşktan aşka koşan. Bu aşkların sonuncusunda Zuhal şefkat kurabiyesiyle örülmüş evinden atıyor Hasan’ı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan emekli olmuş bir kadın o. Bir Halk Ekmek bayisi alıyor. Sabah kör karanlıkta, üç yaşındaki küçük oğlu Bağış’ı sarıp sarmalayıp bayiyi açıyor ve ekmek satmaya başlıyor. Zuhal ‘adı olan’ bir kadın. Kolu kanadı kırılsa da, kendine yaslanarak dimdik
Edebiyat öğretmenlerimi çok sevdim ben. Ortaokuldaki Türkçe öğretmenim İbrahim Atlıhan. Lisede dersime giren Pervin Sevinç ve Nergül Parin… Saygım da sonsuzdu. Ana dilinde kendini iyi ifade edebilmenin, okumanın ve yazmanın verdiği mutluluğun başka hiçbir mutluluğa benzemediğini öğrettikleri için olmalı. Bana, beni ömür boyu mutlu edecek mesleğin anahtarını hediye ettikleri için. Hatıralarının karşısında bile hep kendime çekidüzen veririm. Bir hata yaparım korkusuyla çekinirim onlardan. Belki de bu yüzden ne zaman bir Behçet Necatigil şiiri okusam, ne zaman onun yaptığı bir çeviriye başlasam, aynı duygular kaplar içimi. Olmayan ceketimin düğmelerini iliklerim. Çekinirim Behçet Hoca’dan.
13 Aralık’ta 45. ölüm yıl dönümünde ailesi tarafından dijital ortamda açılan Necatigil’in Odası’nı gezerken de içimdeki saygı duruşunu hiç bozmadım. Behçet Hoca’nın 1979 yılında ölümüne dek biriktirdiği müsveddeler, notlar, objeler, kupürler,
Feride Çiçekoğlu, 1980 askeri darbesinin ardından, komünizm propagandası yapmak suçuyla dört yıl hapis cezası alır. Ulucanlar Cezaevi’ndeki tutukluluğu sırasında, beş yaşındaki Barış ile aralarında özel bir dostluk gelişir. 1984’te dışarı çıktığında Barış’la ilgili anılarını kaleme alır Çiçekoğlu. 1986’da “Uçurtmayı Vurmasınlar” adıyla yayımlanan roman, Barış’ın içerideki en yakın arkadaşı siyasi tutuklu İnci’ye yazdığı mektuplardan oluşur. Yazar, bu kitabı Barış’ın yerine varmayan, demir kapılara takılan kimi düş kimi gerçek mektupları adresine ulaşsın diye yazdığını söyler. Barış’a armağan olarak… Uçurtmayı vurmasınlar, çocuklar uçurtma da uçurabilsinler diye. Türk edebiyatının siyah incilerinden biridir bu roman. Hem çok değerlidir hem de iyileştirici gücü vardır. Kitap aynı adla Çiçekoğlu’nun senaryosu ve Tunç Başaran’ın rejisiyle sinemaya uyarlanır.
1989’da gösterime giren filmi 8. İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim. O yıl
Kadın Cinayetleri’ni Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, kasım ayında 32 kadın cinayeti işlendi. 26 kadın, şüpheli şekilde ölü bulundu. Kimi boşanmak istemesi yüzünden, kimi ilişkiyi bitirmek. Kimi evlenmeyi reddetti. Yani kendi hayatlarına dair aldıkları karar öldürülme gerekçeleri oldu. 1 kadın bir başka kadının ölümüne tanık olduğu için, 1’i de para istediği bahanesiyle. Diğer 23 kadına biçilen ölümlerin bahaneleri ise tespit edilemedi. Bu bilinmezlik, kadın cinayetlerinin üzerindeki kara bir perde, şiddeti görünmez kılmaya çalışan. Hayatta kalabilen kadınların da sorunları bitmiyor. Bedeninden doğurganlığına, düşüncelerine kadar sürekli sorgulanma ve yargılanma hâlinde. O saatte orada o kıyafetle ne işi vardı sorusuna ve peşi sıra üretilen yargılara erkekler hiçbir zaman muhatap kalmazken, kadın sürekli bunlarla karşı karşıya.
Kadın kimliği eril iktidarların elinde görünürlüğünü giderek yitiriyor. Yaşananlar hızla normalleştiriliyor. Merkür Galeri’deki
“Çünkü hep böyle oldu
Her balta darbesinden sonra
Daha gür fışkırdı içimde yaşam
Ve sevgiye tutundum inatla”
“Sevgilim Ölü Asker” adlı kitabında yayımlanan bu dizeleri yazdığında 25 yaşındaydı Mehmet Yaşın. Şiire başladığında ise 15. Kitap, Yaşın’ın bu iki yaş aralığında Kıbrıs’ın en hüzünlü ve en sert günlerinde kaleme aldığı şiirlerden oluşuyor. Tarifi imkansız acılardan mısra dökerken kalemi, umudu hiç bırakmıyor şair. Hayatından balta darbeleri barış zamanlarında da eksik olmuyor. Ama o inatla sevgiye tutunuyor. Kıbrıs edebiyatı ve şiirinin dönüm noktalarından biri oluyor bu kitap. Paha biçilmez bir Türkçe kumaştan biçtiği. 1985’te Akademi Şiir Ödülü ve A. Kadir Şiir Ödülü’nü kazanıyor “Sevgilim Ölü Asker”.
Bu yıl kitabın yayımlanışının 40. yılıydı. Mayıs ayından itibaren çeşitli kültür sanat etkinlikleriyle kutlandı, şairi şairlikte yarım asrı deviren kitap. Bu etkinlikler kapsamında Girne’deki Art Rooms