2018 yılında başlayan Mathrubhumi International Festival of Letters (MBIFL) 6-9 Şubat 2025 tarihleri arasında yapıldı. Hindistan’ın Kerela bölgesinin başkenti Trivandrum’da düzenlenen festival, Napier Müzesi’nin yanında bulunan Kanakakkunnu Sarayı’nda gerçekleşti. Doğan Kitap’tan çıkan ikinci romanım “Prens Prensesi Sevmedi”nin Malayalamca’ya çevrilmiş olması nedeniyle ben de festivale davet edildim. Kerala eyaleti başta olmak üzere Hindistan’da 35 milyondan fazla kişi bu dili konuşuyor. Malayam dilini konuşanlar edebiyatla yakından ilgili.
Kalem Ajans’ın kurucusu, Türk edebiyatına dünyayı gezdiren, ona dünya dillerinde büyük alanlar açan edebiyat ajanım Nermin Mollaoğlu’nun girişimiyle kitabımın bu dile çevrilmesi tarifi zor bir mutluluk deneyimi yaşattı bana. Bu noktada şunu eklemek isterim. Yabancı bir dile çevrilme süreci hayli zorlu. Beklemek, sabretmek, sizin için canla başla yılmadan çalışan bir edebiyat ajanıyla iş birliği yapmak gerekiyor. Bu yüzden ajansını kurduğundan bugüne 15 yılda 4 bine
İlk kitabından bu yana takip ediyorum Melisa Kesmez’i. Vaktiyle Füruzan’ın, Leyla Erbil’in, Tomris Uyar’ın yeni kitapları çıktığında duyduğum heyecanı yaşıyorum onun yeni bir kitabı yayımlandığında. Sevdiğim yazarların yeni kitapları da diyebilirdim. Özellikle üç isim saydım. Çünkü her üçünün de öykülerinden aldığım tat var Kesmez’in öykülerinde. Leyla Erbil’in yazarken çapa attığı insan ruhu denizinin kokusu, yazdıklarında... Her zaman bana derin bir arkadaşlık sunan Füruzan karakterleriyle uzaktan akraba kahramanları. Tomris Uyar’ın raks eden Türkçesi’ni çağrıştıran bir ses tonuna sahip dili. Ama üçünden de farklı, kendine has.
Bu defa İletişim Yayınları’ndan çıkan “Çiçeklenmeler” adlı romanıyla bana yine aynı heyecanı yaşattı. Üç kıymetli yazarından bir daha yeni bir kitap okuyamayacak öksüz bir okur için büyük bir hediye bu. Yeni kitabında bu defa Türkan’la tanıştırıyor bizi Melisa Kesmez. Türkan
Yapsam mı yapmasam mı? Söylesem mi söylemesem mi? Gitsem mi gitmesem mi? Günlük hayatta ne çok tereddüt ânımız var değil mi? Sonucundan çekindiğimiz için bir türlü alamadığımız kararlar. İnsanın içini sıkan, kaygı veren, zaman zaman kilitlenip kalmamıza neden olan. İçlerinde açık ara en ağırı, bilinci yerinde olmayan bir yakınımızın hayatı ve ölümü üzerine karar vermek olmalı. Organ bağışı için, beyin ölümü gerçekleşmiş, bir süre sonra da kalbi durup ölecek birinin fişini çekmeli mi çekmemeli mi?
Selman Nacar’ın yazıp yönettiği, geçtiğimiz yıl 43. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu (Tülin Özen) ödüllerini kazanan “Tereddüt Çizgisi”nin temel sorusu bu. Sorunun sahibi Canan. Bir ceza avukatı. Annesinin hastalığı nedeniyle İstanbul’dan Uşak’a gelmiş. Geceleri, hastanede, beyin ölümü gerçekleşmiş, solunum cihazına bağlı olarak yaşatılan annesinin yanında kalıyor. Kocaman bir bavulda
Sahnede bir kadın ve bir erkek. Sessiz, keskin bir hüzün aralarında. Nikah şahitliklerini de yapan çok sevdikleri İskender Abi’lerini kaybetmişler çünkü. Üstelik cenazeyi kaldırma görevi de onlarda. Dahası iki gün sonra boşanma davaları var. Ama söz vermişler İskender Abi’lerine, onu en güzel şekilde yolcu edecek, herkes gittikten sonra yazıp onlara bıraktığı mektubu mezarın başında okuyacaklar.
Cenaze evindeler. Balkonda sohbet etmeye başlıyorlar. Kadın “başın sağ olsun” ifadesinden hoşlanmadığını söylüyor. “Ölen öldü, senin başına kötü bir şey gelmesin” gibi algıladığını ve bundan rahatsızlık duyduğunu. Peki acaba bu anlama mı geliyor başın sağ olsun? Erkek hemen Google’a soruyor ve gerçek anlamı ortaya çıkıyor. “Başan sağalsın”dan türetildiği ve “Yaran iyileşsin” demek olduğu. Hemen ardından kadın erkeğin bu bilgiyi çok eskiden beri biliyormuşçasına ‘ortamlarda satacağı’nı söylüyor. Bir anda az önceki sessiz hüzne, gerisinde dopdolu bir bagaj olan karı koca
Yıl 1951. Kıbrıslı bir ailenin babası, eşine ve çocuklarına rahat bir hayat yaşatabilmek için Londra’ya çalışmaya gider. İki yıl sonra eşi, üç çocuğunu da yanına alıp yola çıkar. En küçük çocuğu Erbil Arkın henüz üç yaşında bile değildir. Okul vakti geldiğinde eğitimine burslu olarak devam eder. Daha 1. sınıftayken öğretmenleri resime ve çizime ilgisini fark ederler. Aile ile iş birliği yapıp ona özel resim dersi aldırırlar.
Erbil Arkın, 16 yaşına geldiğinde Londra’daki Tate Galeri’de Rodin’in anıtsal boyuttaki “The Kiss” heykeliyle karşılaşır. Heykelin görkemi, sanatçının ustalığı karşısında büyülenir âdeta. Tate’ten çıkar çıkmaz soluğu kütüphanede alır. Rodin ile ilgili ne bulduysa okur, günlerce, haftalarca… Büyük bir tutkunun ilk kıvılcımı düşmüştür kalbine. Bir gün bir Rodin heykeli alabileceği geçmez aklından. Ama hayalini kurar mı? Kurar.
Rodin’in etkisi, kendi sanatsal yetenekleriyle birleşince De Montfort
Ya ortaokul son sınıf ya da lise 1 olmalı. Elimdeki gazetede bir Sezen Aksu röportajı. Soruyor gazeteci, “Bu aralar ne okuyorsunuz?” Aksu’nun cevabı, “Dün gece sabaha kadar Selim İleri’nin ‘Seni Çok Özledim’ kitabını okudum. Okudum ve ağladım”. Gazeteyi bırakıp dışarı fırlıyorum. Şişli’deki sokak kitapçısından kitabı alıp eve dönüyorum. Ne güzel, ne şanslı çocuklarmışız. Sezen Aksu’dan yazar tanımak gibi paha biçilmez lükslerimiz varmış. Bu Selim İleri’yle ilk karşılaşmamdı. O günden sonra her çıkan kitabını okudum.
Aradan yıllar geçti. Gazeteci oldum. 30 yıl boyunca onunla söyleşiler yaptım. Kitaplarıyla ilgili yazılar yazdım. Gün geldi eleştiri yazdığı kitap eklerinde bu defa o, büyük bir incelikle benim kitaplarımı yazdı.
Selim İleri’nin 52 yıllık Milliyet Sanat dergisine ilk sayısından itibaren yazdığı yazılarla büyük emeği geçti. Yazılarını daktilosunda büyük bir özenle yazar, tam gününde arşivinden seçtiği fotoğraflarla kuryeye teslim eder, biz bilgisayara
Evliliklerinin yedinci yılını geçiren bir çift: Filiz ve Fırat. Filiz, çalıştığı şirkette patronun asistanlığını yaparken, oğluyla tanışıp kısa süre sonra evleniyor. Edebiyat mezunu ama evlilikle gelen terfi (!) nedeniyle, kocası da konuya sıcak bakmadığından çalışmaya devam etmiyor. Bundan sonrasını tahmin etmek zor değil. Aşk, heyecan, eğlence, paranın getirdiği lüks, güzel yemekler, arabalar… Dolce vita! İyi ama nereye kadar?
Ümit Ünal’ın yeni filmi “Evcilik”te tam da o sınır noktasında karşımıza çıkıyor çiftimiz. Tatil için gittikleri muhteşem bir Ege manzarasına bakan Evcilik Otel’de. Etrafta kimseler yok. Otel sahibi hastalanıp hastaneye yattığı için başka rezervasyon alınmamış. Filiz ve Fırat oteli kapatmışlar gibi. Odalarına girdikleri an, maç izlemek için televizyona yapışan bir adam ve kendini yalnız hisseden bir kadın oluveriyorlar. Evliliğe ait en tanıdık fotoğraf karelerinden biri. Canı sıkılıp somurtan Filiz, en yakın arkadaşı cep telefonuyla havuz kenarına gidiyor. Takipçileri için biz geldik, böyle de güzel bir
Zuhal bir anne. Oğlunun “‘Benim Annem Ankara’ydı. Denizi, Boğaz’ı yoktu ama direnişti, mücadeleydi!” dediği. O Ankara ki, üç erkek evladına “Hansel ve Gretel”deki kurabiyeden ev gibi bir yuva inşa ediyor. Camları, kapısı, sundurması, çatısı şefkat kurabiyesinden.
Zuhal’in Peter Pan Sendromu’ndan muzdarip eski kocası Hasan. Yetişkin gibi davranmayan, aileyle ilgili hiçbir sorumluluk almayan bir çocuk adam. Büyümekten korkan, büyüdüğünü kabul etmeyen, güven vermeyen bir karakter. Sorumluluktan inşa edilen aile kurumunun onda yarattığı baskı nedeniyle her fırsat bulduğunda bir ergen gibi aşktan aşka koşan. Bu aşkların sonuncusunda Zuhal şefkat kurabiyesiyle örülmüş evinden atıyor Hasan’ı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan emekli olmuş bir kadın o. Bir Halk Ekmek bayisi alıyor. Sabah kör karanlıkta, üç yaşındaki küçük oğlu Bağış’ı sarıp sarmalayıp bayiyi açıyor ve ekmek satmaya başlıyor. Zuhal ‘adı olan’ bir kadın. Kolu kanadı kırılsa da, kendine yaslanarak dimdik