Apple, yeniliklerini “Şimdi şov zamanı” diyerek 25 Mart’ta Silikon Vadisi’ndeki Steve Jobs Tiyatrosu’nda duyurdu. Peki ama uygulama ve servislerin yanı sıra asıl neler iz bıraktı?
Apple, belki de ilk defa kendi yarattığı teknolojiyi ya da tasarımı öne çıkarmak yerine, 3. partilerle iş birliğini ve yeni servislerini açıklamayı tercih etti. Hardware ve software’in yanı sıra ilk kez servis bu kadar öne çıktı. Malum, devir iş birliği devri. Dünyanın en büyük şirketlerinden de olsanız, hatta Apple kampüsünde Apple Park’ta kullanılan özel pizza kutularının ya da Apple Park giriş kartlarının bile koleksiyonerlerinin olduğu bir ‘lovemark’ dahi olsanız güncel kalmak için daima iyi iş birlikleri yapmak gerekiyor.
Amerika’yı yeniden keşfetmek yerine alanında iyi markalarla bir araya gelip kendi markanızı daha da büyütebiliyorsunuz. Bkz. Apple Card.
Apple, Apple Pay ödeme sisteminde son noktayı Goldman Sachs ve Mastercard iş birliğiyle yapıyor. “Apple Card, finansal sağlığınızı sağlayacak” diyor. “Diğer kredi kartlarından daha güvenli olduğundan başlayıp her harcadığınız para size günlük para kazandıracak” diye vaatlerde bulunuyor. Artık rekabet öyle bir yere gidiyor ki, neredeyse bu kartı
Dünyanın her yanından basın ve influencer, 25 Mart’ta Silikon Vadisi’nde Cupertino’da toplandı.
Sabah 07.30’da akın akın Apple Park’ın önüne gelindi.
Apple Park, Sir Norman Foster’ın şirketi Foster + Partners imzalı bir kampüs.
İlk bakışta bir uzay üssünü andırıyor, sanki Cupertino’ya Foster değil de uzaylılar gelip kondurmuş gibi.
Daha önce Norman Foster ile Londra Design Museum’daki ‘Cartier in Motion’ sergisi için röportaj yaptığımda kendi ağzından dinlemiştim Apple Park projesini.
83 yaşında, hem kanser hem kalp krizi atlatmış ama hâlâ cross country kayak maratonuna katılıyor, yoga yapıyor Norman Foster.
Uçaklardan sonra şimdi de oğlu Eduardo’yla drone’lara ve uzaya ilgi duymakta.
Belli ki bu ilgisini Apple Park’a da yansıtmış.
Yıllar önce Kapadokya’ya ilk gidişim bir parti içindi.
Bir içki firması İstanbul gece hayatının tanıdık yüzlerini bir uçağa doldurmuştu. Durum böyle olunca, parti daha uçakta başlamıştı.
Arada pilotun uyarı anonslarına rağmen uçağın yarısı ayakta, hatta dans ederek inmiştik.
Farklı otellere ayrıldıktan sonra gece açık hava müzesinde uzun masalarda yemek yenmiş, sonra da Boy George’un çaldığı parti alanına geçilmişti. Gecenin finali ise sabaha karşı balon gezisiyle yapılmıştı.
Katılanların asla unutamadığı bir partiydi bu.
Kalabalığı ya da eğlencesi değil, Kapadokya kadar etkileyici bir yerde olmasıydı partiyi yıllar sonra hala bu kadar unutulmaz yapan.
Kapadokya, artık Bodrum-Çeşme gibi hafta sonu destinasyonlarından oldu. Nevşehir-İstanbul uçağında da, Ürgüp, Uçhisar, Ortahisar’da da birçok tanıdık isimle karşılaşmak mümkün.
Bundan birkaç yıl önce bir İngiliz şef arkadaşım Türk yemekleri kitabı istediğinde çok aramış ama bulamamıştım.
Beğendiğim kitapların İngilizcesi yoktu, İngilizce olanlar ise profesyonel bir şef için ilginç değildi, yetersizdi.
Bu hafta ise arka arkaya iki sevindirici haber geldi, İstanbul’daki Çiya’nın kurucusu Musa Dağdeviren ve Avustralya Melbourne’deki Tulum’un kurucusu şef Coşkun Uysal yurt dışında birer yemek kitabı yayımladıklarını bizimle paylaştı.
Netxflix belgeseli Chefs Table’a da konuk olan, Çiya’nın kurucusu Musa Dağdeviren’in 512 sayfalık kitabı ‘The Turkish Cookbook’, Phaidon Press tarafından yayımlandı.
Fotoğraflarını Toby Glanville çekti.
Musa Dağdeviren’in en büyük hayali, ülkemizin hak ettiği mutfak enstitüsünün kurulduğunu görmek.
Bunun için çalışıyor, biriktiriyor, ‘Yemek ve Kültür’ dergisinde, Çiya Vakfı’nda ve lokantalarında yaptıklarıyla ileride kurulacak enstitüye bilgi birikimi sağlıyor.
Bir şeften çok, bir yemek antropoloğu kendisi.
Chiltern Firehouse ve St. Pancras Renaissance otellerinin arkasındaki isim: Harry Handelsman. Yeni projesi The Stratford’ı açılış öncesi birlikte geziyoruz.
Polonyalı bir ailenin oğlu olarak Almanya’da doğdu, Fransa’da ve Belçika’da büyüdü, eğitimini Kanada’da tamamladı, New York’tan etkilendi ve İngiltere’nin başkenti Londra’yı değiştirdi. Hatta mimariye ve tasarıma katkılarından dolayı Royal Institute of British Architects (RIBA) tarafından onur ödülü aldı. Sadece bir şehrin manzarasını değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda yaşam tarzını da değiştirdi. Clerkenwell’den Kings Cross’a birçok semti güzelleştirdi, popüler hale getirdi.
Harry Handelsman’dan bahsediyorum, Manhattan Loft Corporation’ın kurucusu. Şirketin ismi sizi yanıltmasın, New York değil, Londra merkezli. New York’tan etkilenip Londra’nın harika tarihi binalarını ve eski fabrikaları alıp loft daireler haline getiriyor.
Siz onu gayrimenkul projelerinden çok, sahibi olduğu otellerle tanıyorsunuz. En çok da Chiltern Firehouse ve St. Pancras Renaissance Hotel ile. Chiltern Firehouse, Londra’da Türklerin çok sevdiği bir otel ve restoran-bar.
İşletmecisi Andre Balazs, Harry Handelsman’ın bu harika projesini dünyanın sayılı
"Dün bir müşteriyle toplantı yaptım, ‘Hangi projelerimi beğenip benimle çalışmak istediniz, hangi projelerimi beğenmediniz?’ diye sordum.”
“‘Hiçbirini’ dedi, ‘Hiçbirini bilmiyorum’”.
“İşte en iyi müşteri!” dedi Emre Arolat gülerek, “İşlerinizi bilmiyor ama adınızı biliyor”.
İşte, Türkiye’deki çirkin yapılaşmanın en önemli sorunlarından biri, mimariye, tasarıma yeterince değer verilmemesi.
Dev binaların yatırımcılarının bile mimari ve tasarımla hiç ilgisinin olmaması ve zaman zaman da zevksizliği.
Elbette, hiç ilgilenilmemesi ve haliyle karışılmaması zaman zaman da mimariye çok olumlu yansıyor.
Örneğin Emre Arolat’ın Büyükçekmece’deki Sancaklar Camisi eseri.
“Tipik bir Osmanlı camisi replikası yapamayacağımı en baştan söyledim, kendi yorumumu yapabileceğimi görünce projeyi kabul ettim” diye anlatıyor Emre Arolat.
İstanbul Film Festivali geçen yıl Türk sinemasının en tanınmış eserlerinden birinin, Arabesk’in yıl dönümünü kutladı.
Film gösteriminin ardından Cahide’de Gülden Karaböcek, Tüdanya, İstanbul Arabesk Project, Ayta Sözeri, Demet Evgar, Serkan Keskin, Umut Kurt ve Melisa Doğu’nun sahneye çıktığı dev bir konser yapıldı.
Canlı müzik trendinin mahalle aralarına kadar yayılmasıyla, arabesk ve türevleri de yeniden canlandığı için Film Festivali de zamanın ruhuna uydu.
Şimdi ise zamanın ruhu canlı müzik değil, Netflix’te dizi ve film izlemek.
Bu yıl İstanbul Film Festivali, Çağatay Ulusoy’un başrolünde olduğu, Netflix’in ilk Türkiye orijinal yapımı ‘Hakan: Muhafız’ dizisinin ikinci sezonunun ilk iki bölümünün ilk kez festivalde gösterime gireceği açıklandı.
Festival izleyicisi de, eleştirmenler de bu duruma tepkili yaklaştı.
Hatta ‘Hakan: Muhafız’ı yerden yere vuranlar oldu.
Oysa ‘Hakan: Muhafız’ kendi alanında son derece başarılı bir dizi.
Geçen yıl Cannes Film Festivali’nde en çok ödüle aday olup aynı zamanda da en acımasız eleştiriyi alan ‘Under the Silver Lake’i sonunda cumartesi akşamı izleyebildim.
Son yıllarda hayatımda gördüğüm en kalabalık sinema salonuydu, dev salonda tek bir koltuk bile boş değildi.
Daha film başlamadan Londra’da Prince Charles Sineması’nın önünde uzun bir kuyruk vardı.
Soğuğa, yağmura aldırmadan Mubi’nin İngiltere’de sinemalarla aynı anda dijital platformunda gösterime soktuğu filmi izlemek için.
Malum, dijital platformlar ve sinema salonlarının savaşı devam ediyor.
Türkiye’de Yılmaz Erdoğan ‘Organize İşler - Sazan Sarmalı’ filmini vizyona girdikten 3 hafta sonra Netflix’te de yayınladığı için eleştirildi.
Oysa sorun, film vizyondayken Netflix’te yayınlanması değildi, izleyicinin filmi 3 hafta sonra sinema bileti satın almadan izleyebileceği bilgisinden yoksun bırakılmasıydı.
Sanat filmleri ve bağımsız filmler platformu