Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink raporunun üzerinden iki yıl geçtiğini, raporda yer alan ve geçtiğimiz günlerde kanıt olarak savcılığa sunulan bilgilerin, o tarihlerde medyada geniş yer bulduğunu, buna karşın gazetecilerin yeni delil diyerek aynı haberleri yeniden ürettiğini hatırlatan bir okurumuz avukatların da bu delilleri neden iki yıl beklettiğini sorgulamıştı.
Dink’in avukatı Fethiye Çetin gönderdiği açıklamada şöyle diyor:
“Mart 2014 günlü yazınızda önce çok haklı bir tespit ile Dink cinayetinde kamu görevlilerinin sorumluluğuna ilişkin Trabzon Cumhuriyet Savcılığı’na verilen en son dilekçede yer verdiğimiz kanıtların ‘yeni kanıtlar’ olmadığını, Devlet Denetleme Kurulu’nun iki yıl önce hazırladığı Hrant Dink cinayeti raporunda bulunduğunu belirtmişsiniz. Dikkatli bir okur olarak Deniz Çinibulak, bugün yeni kanıtlar olarak sunulan bilgilerin iki yıl önce medyada ve gazetenizde geniş yer bulduğunu belirtmiş ancak avukatların neden iki yıl beklediklerini sormuş.
Başvurumuz ilk değil
Öncelikle belirtmeliyim ki, medyada ‘yeni kanıtlar’ olarak sunulan bu kanıtlar yeni olmadığı gibi söz konusu hususlarla ilgili olarak adli makamlara başvurular da ilk değildir.
Türkiye’de işlenen faili meçhul cinayetlerin perde arkasındaki güç odaklarını araştırmaktan giderek uzaklaşan, derin devlet ilişkileri bitmiş gibi davranan, soru sormayan bir medyaya doğru yol alıyor olabilir miyiz?
Ya da şöyle soralım; yıllar içerisinde edindiğimiz o derin tecrübeyle, arkasında büyük karanlık güçlerin olduğu cinayet davalarının hiçbirinden sonuç alınamamasından dolayı araştırmacı gazetecilik ölüyor mu?
Bilmiyoruz. Ancak görünen o ki; Hrant Dink cinayeti davası giderek kendi etrafında dönmeye başladı.
Yeni kanıt bulunmadı
Geçtiğimiz günlerde Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink cinayetinde bir türlü soruşturmaya dâhil edilmeyen bazı kamu görevlilerinin yargılanması yönünde avukatlar dilekçe sununca medya dört yeni kanıtın ortaya çıktığını belirterek konuyu yeniden kamuoyunun gündemine taşıdı.
Dink cinayetine ilişkin ‘yeni’ kanıtlardan biri; Yasin Hayal’in cinayet krokisi çıkartmak için İstanbul’a geldiğinde Emniyet’in dinlemeyi bırakması. Bir diğeri de Erhan Tuncel ile Yasin Hayal’in telefonlarının dinlenmesine rağmen görüşmelerin çözümlerinin yapılmaması üzerine.
Siyaset günlük politikalar üzerinden sertleşebilir; hikâyeler uydurabilir, olası durumu abartabilir, birbirlerini karalayabilir ama siyasetteki bu gerilimi; toplumu kutuplaştırarak, insanları birbirinden ayırarak tırmandıramazsınız. Bunu yapmaya başladığınız an tetiği çektiğiniz andır; işte o zaman yakın tarihimizin karanlıkta kalmış kanlı olayları yeniden “benzer” şekillerde karşımıza çıkar; Kahramanmaraş katliamı çıkar, Hrant Dink cinayeti çıkar. Sokaktaki insanı kışkırtmak bütün bunları benzerlerini yeniden yaşamanız demektir. Böyle bir kutuplaşma hepimize zarar verecektir. Demokrasiyi gerçekten istiyorsak, gerginlik ve kamplaşmalarla bunun gerçekleşmeyeceğini bilmemiz gerekir.
Kabataş olayı
Altan Sakin adlı okurumuz diyor ki; “Kabataş’ta türbanlı bir kadına yapıldığı iddia edilen saldırının gerçek olmadığı ortaya çıktı siz neden bunu görmüyorsunuz.”
Milliyet’in söz konusu haberi iki kez birinci sayfadan gördüğünü önümdeki gazeteleri okuyarak kendisine aktarmak isteyince sözümü kesiyor; “Ama küçük görmüşsünüz” diyor.
Birinci sayfadan iki kez görülen bir haberi, bazen okurun “görmemesi”, ya da görüp de yok sayması, olayı aslında “en iyi” şekilde verdiğinizin
Tarih sadece bir ülkenin kendi milli kimliğini oluşturmasında rol oynamaz. Tarih aynı zamanda sizi o coğrafyanın kültürüyle de buluşturarak o ülkenin kendi hafızasını yaratır. 2012’de İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde yapılan kurtarma kazılarında çok değerli taban mozaikler ve antik bir kentin bulunması gibi...
Ancak “Batının Zeugma’sı” olarak nitelendirilen bu yapılaşmanın bulunduğu arazinin önce sit alanı olarak koruma altına alınması ve sonrasında ‘kişiye özel arazi’ gibi gerekçelerle yaşanan gelişmeler kaygı verici...
Milliyet “Tarihi mozaiklerin yerine market deposu” başlığıyla verdiği haberde paha biçilmez mozaiklerin kaldırılarak, inşaat izni verilmesi istendiğini, bölgede 40 dönümlük arazinin sahibinin buranın maliyet fiyatı üzerinden Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca geri alınması için yazılı müracaatta bulunacaklarını belirtiyor. Haberimizde başlangıçta kazı bölgesinin 1. sit alanı olarak ilan edildiği hatırlatılmakta ancak sonrasında 1. sit alanı olmaktan çıkartıldığı bilgisine yer verilmemektedir.
Yerinde korunma şartı
Arkeoloji ve Sanat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Arkeolog Nezih Başgelen Milliyet okur temsilcisine gönderdiği açıklamada Türk medyasının bu tür
Alman Marksist politika teorisyeni Rosa Luxemburg ve kadın hakları savunucusu sosyalist Alman politikacı Clara Zetkin’in devrimci hareket ve kadın hakları konusunda yeri ve önemli büyüktür...
1800’lerin ortasından, 1930’lara kadar sosyalist hareket içerisinde aktif rol oynayan, baskılar, hapisler ve sürgünlerle geçen iki hayat. Almanya’da halen bazı üniversitelerde eserleri ve öncü kimlikleriyle ‘ders’ olarak anlatılan iki kadın... Leyla Qasım ise Irak rejimine karşı, Kürt hareketinin sesini duyurmak amacıyla uçak kaçırarak 1974’de idam edilen Kerküklü bir direnişçi.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da Dünya Kadınlar Günü etkinliğinde, üzerinde Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ile Leyla Qasım ile Fransa’da öldürülen PKK’lı Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylamez’in fotoğraflarının yer aldığı ‘Rosalardan Sakinelere Sözünüz Sözümüz Yolunuz Yolumuzdur’ yazılı afişler ile ilgili yürütülen soruşturmada takipsizlik kararı verildi. Ancak, kararda Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve leyla Qasım’dan ‘PKK terör örgütü üyeleri’ diye söz edilmesi üzerine Milliyet haberi “Rosa Luxemburg PKK üyesi çıktı!” başlığıyla verdi.
Haberi anlamak mümkün değil
Söz konusu haberde ne Rosa
Birkaç yıldır Kadir Has Üniversitesi’nde Uğur Mumcu Vakfı adına ‘Araştırmacı Gazetecilik’ üzerine dersler veriyorum. Öğrencilerin bir kısmı başka üniversitelerden geliyor. Aralarında üniversiteyi bitirmiş, meslek sahibi olanlar da var.
Hep beraber tartışıyoruz: Türkiye’de düşünce, inanç ve kimlikler üzerinden işlenen cinayetlerde bilgilerin, belgelerin nasıl yok edildiğini, tanıkların nasıl susturulduğunu ya da perde arkasındakilerin nasıl korunduğunu,
Davaların ‘zamanaşımı’, ‘delil yetersizliği’ gibi gerekçelerle nasıl kapattırıldığını, gerçek sorumlularının üzerine giden gazetecilerin nasıl öldürüldüğünü,
Son yıllarda ‘derin devleti yargılıyoruz’ diye açılan Ergenekon gibi davalarda bu cinayetlerin ve katliamların izini sürmek mümkünse de hiçbirinden bugün bile neden sonuç alınamadığını...
Kamuoyunda bilinç kaybı
Geldiğimiz nokta kötü değil. En azından Uğur Mumcu’nun öğrencileri, bugün Mumcu’nun “Demokratik bir toplum için en büyük tehlike, yolsuzluklara, karanlık olaylara ve haksızlıklara karşı kamuoyunun duyarlılığını yitirmesidir” sözünün ne anlama geldiğini bilecek bir tecrübeye sahip.
Son dönemde üzeri kapatılan faili meçhul cinayetlerle ilgili açılan en önemli davalardan biri 1993’te Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın da aralarında bulunduğu, ikisi asker 16 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan Lice olaylarıyla ilgili davadır. Davanın ilk duruşması geçtiğimiz hafta Diyarbakır 8. Ağır Ceza’da görüldü. Lice olaylarının yedi yaşındaki mağduru Yunus Muratakan davanın avukatlarından biri olunca Milliyet haberi “7 yaşındaki mağdur müdahil avukat oldu” başlığı ile verdi.
‘Beni öldürmüşsünüz!’
Telefonda Diyarbakır eski Baro Başkanı Emin Aktar: “Lice davası haberinizde ismim geçmiyor. Ama Milliyet gazetesi beni öldürmüş. Öldürülen Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın diye benim fotoğrafımı kullanmışsınız... Bu basit bir maddi hata mı yoksa bilgisizlikten mi kaynaklanıyor?” diye soruyor.
Bazı okurlarımız da Lice’de 20 yıl önce ne olduğunu, davanın niçin yeniden açıldığını, niçin başka bir yere nakil edilmek istendiğini haberden anlamanın mümkün olmadığını belirterek; “haberin baştan savma yazıldığı’ görüşünde...
20 yıl önce Lice
Türkiye’de siyaset; son bir aydır demokrasi ve hukuktan ödün vermeden, hem yolsuzluk iddialarının üzerine gidilebilen hem de devleti paralel yapılardan arındırılabilen bir yol arayışına girdi. Medya da haliyle toplumsal çatışmalara yol açmadan bu çıkmazdan uzlaşarak çıkma ihtimalinin olup olmadığı üzerinde duruyor. Sorun şu ki; okurlarımız birinci sayfalarda geniş yer bulan, manşetlere taşınan siyasi haberlerin ağırlığından bunalmış durumda. Okurlarımız medyanın başarı öykülerini görmeyen, çevre olaylarına sessiz, iklimsel felaketlerin olası sonuçlarına duyarsız, sağlığı öteleyen bir medyaya doğru yol aldığımız düşüncesinde...
Peki, öyle mi gerçekten?
‘Başarıya’ yabancılaştı
Uluslararası alanda Türkiye’yi yedi kez temsil etmiş milli yüzücü Emre Öztürk Okur Temsilcisi’ne gönderdiği e-mailde şöyle diyor:
“13 Türkiye şampiyonluğu, 28 Türkiye derecesi ve 120 madalya kazandım. İspanya’da Avrupa Büyükler Yüzme şampiyonasında Avrupa 2. si olarak ülkeme döndüm büyük bir coşkuyla karşılaşırım diye ümit ederken gazeteler haberimi bile yapmadı. Kıbrıs’ta düzenlenen üniversite yüzme oyunlarından 3 madalya ile döndüm birkaç yerel gazete hariç ulusal medyanın bundan haberi bile