Müjde!... Yepyeni dopinglerimiz oldu. Yıllardır doping kültüründen bir türlü kopamayan, spor alanlarındaki yaşam biçimini “doping bağımlısı” olarak kurgulayan çok sporcumuz var. İşte o sporculardan 12’si “yılın dopingcileri” olarak kürsüye çıkmayı (!) garantiledi.
Uluslararası Spor Federasyonları’nın WADA’dan (Dünya Anti Doping Ajansı) gelen raporlar doğrultusunda aldığı ceza kararları, olabilirse (!) son derece utanç verici… Daha da utanç verici olanı, bu alanda kusurlu görünüp ceza alan çoğu madalyalı evlatlarımızın, “haksızlığa uğradıkları”nı iddia etmesi… İşi daha da ileri götürenler, ‘Tam da eğildiği sırada bir görevlinin masadaki sürahiden kendi bardağına su koyarak doping maddesini ilave etmekte çok ustaca davrandığını’ söylemekte bir beis görmediler. Özetle her biri “mağdur”u oynayarak durumu geçiştirmeyi tercih etti.
Dünya minderlerindeki medar-ı iftiharımız Rıza Kayaalp de son listede yer alıyor. Anlattığına göre kulak
İlginç bir maç izledik… Bir yanda Ole Solskjaer ve pozitif enerji verdiği Beşiktaş onbiri, bir yanda da kenardan sabırla takımını izleyip sürekli uyarılarla Gaziantepspor’u sürekli oyunun içinde tutan Selçuk İnan vardı. Bence ikisi de birbirinden farklı iki antrenör, Süper Lig’deki meslektaşlarından da çok farklılar. Ole’yi biliyoruz, tanıyoruz. Türkiye’ye gelmeden önce ustalığını zaten kanıtlamıştı. Selçuk İnan biraz daha erken dönemini yaşıyor. İkisinin de büyük işler yapacağını düşünmeye başladım. Umarım yanılmam.
Saha içine bakarsak…İlk yarıda Beşiktaş, tribündeki taraftarının özveriyle oraya geldiğinin farkındaydı. Onların sevgisi ve heyecanına bir an önce karşılık vermek için çok çabuk, çok pozisyonlu bir oyun geliştirdiler. Genç Tayyip Taha ilk on birde yer almanın heyecanıyla… Dinamik ve hızlı Masuaku da sol kanattan indirdiği ortalar ve başlattığı ataklarla göz dolduruyordu. Oyunun en iyilerine bakacak olursak… Gedson Fernandes, Rashica, Rafa Silva ve Joao Mario
Fenerbahçe’nin damarlarında dolaşan gizli kan hücreleri var. Durgun akıyor o hücreler. Güncellere filan takılmıyor ama genetik rekabet ve hedef tutkusunu kuşaktan kuşağa taşıyorlar. Kimse dillendirmese de Fenerbahçeli dostlar, 2000’de Galatasaray’ın kazandığı zaferin bir eşini kutlamak istiyorlar. İlk bakışta bu “Hadi canım, böyle hayal olmaz” diyebilirler. Bence hayallere sınır konmaz. Ne kadar hayaliniz varsa o kadar ister, çalışır, araştırır, hazırlanır ve bir gün kazanırsınız. Hayır, uçmuyorum. O bir gün, bu yılın finalinde yaşanabilir. Sarı-lacivertli kadro tam anlamıyla bir “antrenör takımı” kimliği kazanmıştır. O antrenör, işe yavaş başlayan ama çılgın ve cesur hamlelerle ekibine yeni bir ruh kazandıran Jose Mourinho’dur. Finalleri pek seven, kazanmak için her zafere kendini adayan çılgın hoca! Bu gecenin patronu da olmaya artık hazırdır, sanırım.
Nicedir unutulan bir hesap yeniden gündeme geldi. Süper Lig’in “yenilmez” lideri Galatasaray lig tarihinden yeni açılan pencerelerde rekor üstüne rekor kırıyor, inanılmaz bir coşku ile finale koşuyordu. Hak edilmiş bir övünç sezonuydu. Sarı-kırmızılılar hem takım oyununda, hem de yerli yabancı transferlerinde istikrarlı davranıyor, arada Osimhen, İcardi, Mertens, Sara, Torreira ve elbette Muslera ile taraftarlarını eğlendiren harika bir gösteri sunuyordu.
Fenerbahçe hep geriden koşarak izliyordu rakibini. Aradaki puan farkı, öfkeleri, tartışmaları ile gündem oluşturuyordu. Maçlardaki pozisyonlar ve hakem kararlarını kendi açılarından yorumluyor, sonunda Fenerbahçe’nin ağır basan istekleriyle, ligimiz “Süper” olalı yaşanmamış bir uygulama sonucunda Slovenyalı yabancı hakem zirvedeki Galatasaray-Fenerbahçe derbisini yönetiyordu.
O gün oynanan derbide, çok çirkin görüntülere tanıklık ederek, ifademi de yazıya dökerek kayıtlara geçirdim.
Bugün de özellikle genç taraftarlar için bir
Solksjaer’de, sinemadaki büyülü kahramanların sırları var sanki… O gelinceye kadar farklı antrenörlerin elinde zirve yarışından çabucak kopan, gelene-gidene puan kaptıran, birbirinden kopuk ve uzak oyuncularla takım kimliğini kaybeden Siyah-beyazlı takım, kötünün alışkanlık haline geldiği hedefsiz ve amaçsız günlerle taraftarın da güvenini kaybetti. Solskjaer, Beşiktaş’ın hikayesini çabucak değiştirmeyi başardı. 7 maçta 5 galibiyet, 1 beraberlik, 1 yenilgi. Dün 6. galibiyeti sağladılar.
Hareketli, üst üste pozisyonların oluşturulduğu, şutların ve çalımların sergilendiği bir maç izledik. Sadece Beşiktaş değil, Kayserispor da içinde bulunduğu sıkıntılı ortama rağmen pozitif futbol oynuyordu.
Beşiktaş’ın oyununda en önemli özellik, savunma, orta alan, hücum bölgesindeki futbolcuların akan oyunda yer değiştirerek rakip karşısında en azından bir fazla adamla ağırlık oluşturmalarıydı. Uduokhai, Emirhan ve Chamberlain farklılık yarattılar. Kayserispor’da Kolovetsios, Mane, Cardoso ve Hasan Ali iyi mücadele ettiler. Santrfor
Ulusal kanalın tecrübeli ve sükseli haber spikeri, bol soslu İtalyan makarnası gibi yaklaşıyor maça: Az sonra Galatasaray – Fenerbahçe derbisi başlayacak. Dünya Derbisi… Heyecan büyük… Muhabirimize bağlanıyoruz, bakalım Dünya Derbisi için neler söyleyecek? Dünya Derbisi’ni sabah 09.00’dan itibaren takip etmeye başlayan nöbetçi muhabir arkadaşımız, belki de 10 kez tekrarladığı haberi bir kez daha ezberden okuyor. Hayret, Dünya Derbisi deyimini hiç kullanmadı. İşini biliyor çünkü… Abartmadan, süslemeden, sosa bulamadan sade servis yapıyor. Tecrübeli ve sükseli haber sunucumuz, yanisi ‘anchorman’imiz, daha da yanisi ‘Çapa Adam’ımız, birkaç DD’li parlak cümleden sonra yayını kendi normalinden, spor dışından sürdürüyor.
Ulusal kültürümüzde abartmayı çok seviyoruz. Dünya Derbisi daha başlama vuruşu yapılmadan seremonide çöpe gidiyor. Saygı yok, samimiyet yok, dostluk buz dolabında bekliyor. Bu seremonide futbolun en değerli
Golsüz, şutsuz, kornersiz… Ofsaytsız ruhsuz ve heyecansız bir ilk yarı izledik. Uzun lig maratonunda kupaların çeyrek ve yarı final eşleşmelerindeki “erken final” kavramını andıran maçta mücadele vardı. Oyun yoktu. Aylardır bu maçı bekleyen taraftar grupları da hayal kırıklığına uğradılar.
Yine de iyi niyet ve takdir duygularıyla yazmamız gereken bir not var. İki takımın kalecileri Fernando Muslera ile İrfan Can Eğribayat aşırı baskı altında kalmadılar ama rahat davranışları, arkadaşlarına güven veren anlayışları ile göz okşadılar.
Dzeko ve En Nesyri ile Osimhen’e de teşekkür borçluyuz. Skor ne olursa olsun ilk yarıda tabelayı değiştirmek için çok çaba harcadılar. Fenerbahçe’nin dört şut çıkardığı oyunda formasını giydikleri takıma “cesur konuk” kimliğini kazandırdılar.
Galatasaraylı futbolcular, 6 puanlık farkı koruma güdüsüyle biraz daha savunmacı görüntü sergilediler. Fenerbahçe ise 6 puan farkı indirmek amacıyla daha atak ve arayıcı idi. Maçta ilk korneri onlar kazandı, üç kez üst
E vrensel spor anlayışının en büyük otoritesi (IOC) Uluslararası Olimpiyat Komitesi’dir. Bildiğiniz, tanıdığınız spor federasyonlarının üst kuruluşu gibidir. Olimpizmin temel felsefesini “Olimpik Hareket” başlığıyla sürekli olarak geliştirir.
IOC’nin yapısını oluşturan en önemli kurumlardan biri de tüm dünya komiteleriyle birlikte (TMOK) Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’dir.
1908’de kurulup tarihsel dönüşümlerden başarıyla geçen TMOK, sporla ilgili sivil toplum kuruluşu olarak da saygıyla benimsendi. Günlük spor olaylarında vitrinde değil, ama resmi kurumlarla birlikte önemli roller üstlendi.
Yorucu girişten sonra olimpik gündeme girebiliriz. TMOK, 100 yılı çoktan geride bırakan tarihi içinde pek az “çok adaylı” kongreye gitti. Gelecek ay (8/15) Mart’ta yapılacak olağan genel kurulda Başkan Prof. Dr. Uğur Erdener ile Türkiye Voleybol Federasyonu’nun eski başkanlarından Ahmet Gülüm, olimpik direksiyona geçmek için yoğun hazırlıklar sürdürüyorlar.
İşbaşındaki TMOK Başkanı