Bir insanın gidişi bu kadar çok kalpte boşluk yaratabilir mi? Yoğun bakımda geçirdiği 18 gün boyunca onun kocaman kalbinin mucizeler yaratma gücüne inanarak iyi bir haber beklediğimiz Sırrı Süreyya Önder’in artık aramıza dönmeyeceğini öğrendiğimizden beri bunu düşünüyorum. Çok farklı kesimlerden, çok farklı görüşlerden, birbirine hiç benzemeyen insanları darmadağın etti gitti.
Onun gibi kelimelerle harikalar yaratan, her diyeceğini zarafetle, nükteyle ama asla lafı eğip bükmeden, dosdoğru söyleyen birinin ardından doğru cümleleri bulup kurmak da zor. Ben Sırrı Süreyya Önder’i 2007 senesinde “Beynelmilel” adlı ilk filmi bütün festivallerden peş peşe ödüller alırken tanımıştım. İnsanı dinlerken bile öfkelendiren bir hayatı olmuştu, o nasıl oradan bu kalender neşesini koruyarak çıkmıştı, şaşırdığımı hatırlıyorum…
Adıyaman’ın yoksul ve sosyalist bir ailesinde doğmuştu, babası Ziya Önder Türkiye İşçi Partisi’nin Adıyaman İl Başkanı’ydı ve 35’inde arkasında bir sürü kitap ile bir miktar borç bırakarak sirozdan ölmüştü. Dört kardeşin en büyüğü Sırrı’nın omzuna ev geçindirme sorumluluğu sekiz yaşında bindi dolayısıyla. Oysa çok başarılı bir öğrenciydi.
Lise 1’den itibaren örgütlü sosyalist yapıların içinde yer aldı, cezaevine de ilk kez Lise 2’de girdi. Lastikçilikten otomobil tamirciliğine birçok iş yaptığı için devam mecburiyeti olmayan bir üniversiteye gitmesi gerekiyordu, tek tercihi olan Siyasal’a ikincilikle girdi. Gündüz Kent-Koop’ta marley işçiliği, geceleri pavyonda sazcılık, arada da öğrencilik. 12 Eylül’de gene cezaevi… Açlık grevleriyle, direnişlerle geçen altı yılın sonunda çıktı, yükseköğrenim hakkını kaybetmişti artık.
Sonra İstanbul, uzun yol kamyon şoförlüğü, Rusya’da, Ukrayna’da, Bulgaristan’da inşaatlar… Arada da vakit bulup yazdığı roman: “O Tozlar Bu Çamurları Getirdi”. Bir gün Pera Sineması’nda bir afiş gördü, “Senaryo yazmak ister misiniz?” yazılı. Bir cesaret kalktı gitti. Barış Pirhasan’ın Senaryo Stüdyosu. Pirhasan’ın ilk sorusu “Neden sinema yapmak istiyorsun?” oldu. Sırrı Süreyya’nın cevabı “Valla öfkeliyim de biraz”. Dinlediklerim karşısında “O öfkeli olmasın da kim olsun?” diye düşünürken Pirhasan’ın “Sinemaya başlamak için iyi bir sebep, devam etmek için handikap” dediğini, kendisinin de yazmaya başlarken öfkesiyle arasında mesafe koymaya karar verdiğini söylemişti.
O günden sonra hayatını yazarak kazandı, Temmuz 2006’da kamera arkasına geçerek dört yıllık hayali “Beynelmilel”i çekti, filmin aldığı ödüller bir yana, en çok seyircinin samimiyetini sorgulamamasından onur duydu.
“Yoksulları içermeyen hiçbir ürün bu ülkenin geleceğine anlamlı bir katkı yapmaz” demiş ve sinema yolculuğunun bu doğrultuda ilerleyeceğini söylemişti o gün. Ama hayat onu bu uğurda başka bir yolculuğa; politikaya itti. Gene kendi üslubuyla, bütün samimiyetiyle, vicdanıyla, cesareti ve hınzır mizahıyla. Ve biz Sırrı Süreyya Önder’i hiç boyun damarları patlarcasına bağırırken görmedik. Öfkesiyle arasına koyduğu o mesafe hiç kapanmadı. Kendisine haksızlık edenlere karşı bile.
Onu uğurlarken okuduğu mektupta kızı Ceren Önder Kandemir söyledi, “yoksulluğun ve yoksunluğun öfkesi bu, sakın içinde nefret biriktirme” dermiş. “Doğduğundan beri yoksulluk, yoksunluk ve yetimlikle geçen ömründe sen öfkeni nereye sakladın, ben hiç görmedim” dedi Ceren Önder; “Herhalde kalbine”. O güçlü kalbin bu kadar yorulmasının sebebi bu olmalı.
Giderken bıraktığı son miras kızının yazdığı o müthiş veda mektubu oldu. Babası gibi duyarlı bir genç kadın, nadir rastlanır bir baba – kız ilişkisi gördük, bir evladın babasını “Baba kalbim kırık diye arardım, baba grip oldum, baba öksürüğüm geçmiyor, baba âşık oldum, baba uyku tutmadı. Ben babalığına çok doydum, bir babaya ihtiyacım kalmayıncaya kadar doyurdun beni” diye uğurladığını duyduk. “Öyle iyi, öyle benzersizdin ki bu adam bana sadece ölerek acı çektirebilir derdim” dediğini... Üzerine bir şey söylenmez. Acısının hafiflemesini canı gönülden diliyorum. Ve yeni başlayan bilmediği hayatın ona şefkatli davranmasını.