Bornova Büyük Çarşı, alışverişin karşılıklı güven üzerine kurulduğu, çocukların, satıcıya, “Parasını akşam işten gelirken babamdan alırsın” dediği yerdir.
Esnafların dükkânlarını açarken birbirine “Günaydın, hayırlı işler” demeyi henüz unutmadığı, müthiş bir ahlaki değerler bütünü olan ahilik ruhunun yaşatılmaya devam edildiği Büyük Çarşı’nın esnafları hala kapısının önüne bir sandalye bırakıp öyle giderler öğlen namazına… Fukara aç döndürülmez Büyük Çarşı’daki lokantaların kapısından.
Garip bir şekilde müşterisi de farklıdır Büyük Çarşı dükkânlarının. Değişik bir dayanışma şekli oluşmuş çarşı esnafı ile müşterisi arasında. Garibanları kapıdan çevirmeyen lokantacıyı gören müşterinin lokantacı bu yükü tek başına sırtlanmasın diye yediği yemeğin fiyatından 2-3 kat daha fazla para ödediğine çok kereler tanık oldum. Konuşmalarına bile gerek yoktur, lokantacı kasasına giren o paranın kendisine ait
Aslında her ikisi de gerçekleşememiştir ama, Kurtuluş Savaşı günlerinde yaşanmış, anlatılmayı mutlaka hak eden iki önemli randevu vardır.
Birinci randevu Sakarya Meydan Muharebesi günlerindedir. Yunanistan’ın o dönemdeki Savaş Bakanı Theotokis’di. Kütahya ve Eskişehir muharebelerini kazanmışlardı ve Theotokis özgüven patlamaları yaşıyordu. Bu öyle bir özgüvendi ki İngiliz askerî ataşesi Albay Nairne 23 Ağustos 1921 günü kendisinden randevu istediğinde Nairne’ye “Biz 5 Eylül’de Ankara’da olacağız. O gün sizi Ankara’da bekleyeceğim. Gerçek Türk kahvesi içeriz” diye cevap vermişti.
Sonunu hepimiz biliyoruz. Bırakın 5 Eylül’de Ankara’da randevuyu, 13 Eylül 1921 itibarıyla Sakarya’nın doğusunda Yunan askeri kalmamıştı.
Konsolosların talebi
İkinci randevulaşma ise tam 1 yıl sonra Büyük Taarruz günlerindedir. Sakarya Savaşı öncesinde Savaş Bakanı Theotokis’den randevu almaya çalışan Albay Nairne’nin “Türkler 4-5 ayda geçsinler, bir günde geçtik
Bazen bir konu üzerine biraz fazla odaklandığınızda, o konu içinde yer alan ve belki de uğraştığınız konudan çok daha önemli ayrıntıları gözden kaçırabiliyorsunuz. 19 Ağustos 2020 tarihli yazımızda İzmir Ziraat Mektebi’nde açılışı yapılan Atatürk Anıtı’nın Türkiye’deki ilk Atatürk Anıtı olduğu söylenen Sarayburnu’ndaki Atatürk Anıtı’ndan daha önce açıldığını belgeleyen kanıtları anlatırken gözümüzden kaçan bir ayrıntı da onlardan biri.
Bornova’daki Atatürk Anıtı’nın ilk olduğunu kanıtlayan iki belge vardı. Birincisi Sarayburnu’ndaki anıtın 3 Ekim 1926’daki açılışından 2,5 ay önce Servet-i Fünun Dergisi’nde yayınlanan Bornova’daki heykelin fotoğrafı idi. Bu kanıt öylesine yeterliydi ki ikinci kanıt olan o dönemin İzmir Ziraat Mektebi Müdürü Abidin (Ege) Bey’in Hizmet Gazetesi’nde yayınlanan Türkiye’deki ilk Atatürk Anıtı’nın Sarayburnu’nda açıldığına dair habere karşı yazdığı itiraz mektubundaki ayrıntıyı fark
1800’lü yılların ikinci yarısındaki Bornova’ya gidelim şimdi.
Günümüzde meydandaki Amazon Heykeli’nin bulunduğu alanda, o yıllarda Panaya Meryem Rum Ortodoks Kilisesi varmış. Onun yan kısmında, bahçe duvarları neredeyse bitişik durumda olan Katolik Santa Maria Kilisesi, 60-70 metre kuzeyde Küçük Cami ve az ileride de Büyük Cami, halen ibadete açık olarak hizmet vermeye devam ediyor. Artık var olmasa da günümüzde Erzene Mahallesi muhtarlık binasının yakınında bir de sinagog varmış o yıllarda. Bir de Surp Haç Ermeni Kilisesi varmış Bornova Çayı’nın kıyısında. Artık yok...
İbadethaneleri bile neredeyse daracık bir alan içinde birbirine çok yakınmış... Emperyalist fırsatçılar ortalığı karıştırmadıkları sürece, gül gibi yaşayıp gidermiş Bornova’nın insanları o yıllarda.
Ayrıca aynı o daracık alan içinde Katolik Kız Okulu, Katolik Erkek Okulu, Ortodoks Hıristiyan Okulu ve Müslüman Kur’an kursları gibi dini eğitim veren okullar da varmış. Bornovalıların ‘Darülkurra’ olarak bildiği, yapısal olarak
Verimli topraklarımızın betonlaşmaya nasıl kurban edildiğini, özellikle son 50 yılda içimiz acıya acıya izleyip durduk. Şimdi dost meclislerinde zamanında o topraklarda yetiştirilen, tadına doyulmaz üzümlerin, bamyaların, narların nostaljisini yapıyoruz ne yazık ki.
Tarım alanları daralıyor, ama bir yandan da nüfus artıyor. Son 25-30 yıldır vahşi kapitalizm, kimyasal gübrelerin, ilaçların ve hibrit tohumların havalarda uçuştuğu, vahşi tarım politikalarıyla işte bu artan nüfusun taleplerine bir yandan da kesesini doldurarak cevap vermeye çalışıyor. Çalışıyor ama 50-100 yıl sonrasını düşünmeden tarımsal ilaç ve kimyasallarla toprağın zehirlenmesi pahasına...
Bu kötü gidişe “dur” demek için birileri bir şeyler yapıyor mu?
Evet... 2004 yılında kurulan ve küçük ölçekli çiftçileri, hayvan yetiştiricilerini, balıkçıları, gıda zanaatkârlarını, akademisyenleri, aşçıları, tüketicileri ve dağıtım zincirlerini birleştirerek sürdürülebilir tarım, balıkçılık ve gıda üretimini
Sosyal medyanın kazandırdığı en önemli imkanlardan biri de aynı ilgi alanına sahip insanların bir araya gelebilme kolaylığı… Whatsapp’ta Selçuklu ve Beylikler dönemine ilgi duyan bir grup tarih meraklısının buluştuğu “Aydınoğulları izinde” grubu da bunlardan biri. Grubun kurucusu sevgili dostum Erol Şaşmaz kendisi gibi bu işe gönül veren Mustafa Gürelli ile ülkenin neredeyse her yerini köy köy dolaşarak ne kadar tarihi eser varsa fotoğraflamış ve www.turkiyenintarihieserleri.com adıyla on binlerce fotoğraftan oluşan müthiş bir internet ansiklopedisi oluşturmuş.
Erol Şaşmaz’ın çabalarıyla bir araya gelen Aydınoğulları’nın izinde grubu üyeleri, neredeyse her ay İzmir ve çevresindeki il ve ilçelerin birinde buluşarak oradaki tarihi mekanların izini sürüyor. Haziran ayı başında da Kemalpaşa’daydılar. Ben de davetliydim ama ne yazık ki katılamadım. Kemalpaşa tarihi üzerine çok güzel çalışmalar yapan Rahim Sağ kardeşimin mihmandarlığında çok güzel bir tur yapmışlar.
“Kaçırdım” diye hayıflanırken Rahim Sağ
İtalyan gazeteci Ernesto Vassalo’nun İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sadece üç gün sonra o günlerde yaşanan mezalimi kaleme aldığı, İl Tempo gazetesinde yayımlanan makalesinden önemli bölümleri aktardığımız yazımızın ikinci bölümüyle devam ediyoruz.
“İlk ateşi kim açtı? Çatışma nasıl başladı? Bunu şimdiye kadar açıklamak mümkün değil. Ben farklı versiyonlarını anlatabilirim: İlk ateş, bir Türk askeri tarafından kışlanın içinden açıldı. Yunan askerlerine eşlik eden ve onları Türk mahallesine saldırmaya kışkırtmak için bir sivil tarafından ilk ateş açıldı. İlk ateş, bir Türk tarafından, bir Türk otelinin penceresinden açıldı. İlk ateş, yağma için kargaşa yaratmak isteyen, kötü niyetli bir kişi tarafından açıldı.
Ateş sona erer ermez, büyük çaplı bir Türk tutuklaması başladı. Tutuklananlar büyük ölçüde gruplar halinde, elleri başlarında, ilk ateşte yaralanıp hastaneye kaldırılan valilikten veya kışladan çıkıyorlardı. Tükürüklerle
İzmir’in işgalden kurtuluşunun 100. yılındayız. Bu özel durum nedeniyle 9 Eylül’den birkaç gün sonra İzmir’in kimler tarafından yakıldığı, o günlerde gayrimüslim İzmirlilere eziyet edilip edilmediği ya da benzer konulardaki tartışmaların biraz daha yoğun yaşandığı ve yaşanacağı hassas bir sürecin içindeyiz. Nitekim İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919’un, 103’üncü yıldönümü olan geçtiğimiz 15 Mayıs ve sonrasındaki birkaç gün Yunanlı ve Türk sosyal medya takipçileri arasında işgalci Yunan askerlerinin katliam yaptıkları ya da yapmadıkları konusunda bazı tartışmaların yaşandığına kendim de tanık oldum.
O günlere dair kayda değer belgeler var mıdır? Tabii ki vardır. Araştırılırsa dahası da bulunur mutlaka. Bu konuda yapılan çalışmalardan biri de Prof. Dr. Mevlüt Çelebi’nin, İtalyan arşivlerinde ortaya çıkardığı belgelerdir. Mevlüt Çelebi Hoca’nın “İtalyan Arşiv Belgelerinde Anadolu’da Yunan Mezalimi” adlı bir kitabı var. Tarih meraklıları tarafından