DEĞERLİ okurlarım, iki yönetim danışmanı, Tom Peters ve Robert H. Waterman 1982 yılında bir kitap yayınladı. Kitabın adı “Mükemmeli Aramak!” Kitap ilk 4 yılında üç milyon kopya sattı. 2003 yılına kadar da kütüphanelerde en yaygın olarak bulundurulan kitap rekorunu elinde tuttu.
Peters ve Waterman’ın kitabı bu yıl 30 yaşına basıyor. Ama, mükemmel yönetilen şirketlerde buldukları sekiz özellik bu gün de geçerli:
1. Hızlı karar almak, problem çözmek, bürokrasiyi azaltmak, uygulamada etkili olmak,
2. Müşteriye yakın durmak, müşteri beklentilerini müşteriden öğrenmeye önem vermek,
3. Yetkiyi dağıtmak, girişimci davranışını teşvik etmek, yaratıcılığı desteklemek,
4. Verimliliğin insandan kaynaklandığını anlamak ve önemsemek; düz işçileri kalitenin gerçek kaynağı olarak görmek,
DEĞERLİ okurlarım, hiç şüphesiz Türkiye’nin son mali krizden çok daha fazla hırpalanmış olarak çıkmamasının gerçek kahramanları Merkez Bankası Guvernörü Durmuş Yılmaz ve ekibidir. Eğer Yılmaz ve ekibi de Hükümet yetkilileri gibi, “Bu kriz bizi teğet geçecek” modunda kalıp bekleselerdi, bu gün ekonomimiz çok kötü bir noktada olabilirdi. Merkez Bankası aldığı çok kritik bir kararla Bankacılık Sektörü’nün önceki krizlerde olduğu gibi çökmesini engellemiştir. ABD ise bu yönde bir karar almadığı için çok ciddi bir mali krizle karşı karşıya kalmıştır.
Merkez Bankası, global krizin ABD’de baş göstermesi ile birlikte, bankalar arası kredi piyasasında oluşturduğu “havuz” ile nakit sıkışıklığı olan bankaları bu havuzdan desteklemiş, nakit fazlası olan bankaların da fazlalarını bu havuzda değerlendirebilmelerini sağlamıştır. Böylelikle, Amerika’da bankalar nakit sıkışıklıkları nedeni ile iflas ederken bizde bankacılık sektörü krize girmemiştir.
Bu günlerde Merkez Bankası Guvernörü Durmuş Yılmaz, Anadolu kentlerinde fevkalade yararlı konferanslar vermektedir. Dünya ve ülke ekonomisini analizi olan bu konuşmalar, aynı zamanda çok önemli uyarılar da içermektedir. Yılmaz’ın konuşmalarını
“İSLAM ülkelerinin altı üstüne geliyor, İsmet İnönü de nereden çıktı?” dediğinizi duyar gibiyim. Aslında tam da bu nedenden dolayı İsmet Paşa’yı anmanın zamanıdır, değerli okurlarım!
İnönü 1884’te doğdu. Bundan tam 127 yıl önce. İstiklal Harbi 1919’da başladığında 35 yaşında idi. 1938’de Cumhurbaşkanı oldu. Başarılı bir komutandı. Başarılı bir diplomat da olduğunu Lozan’da kanıtlamıştı. Dünya liderlerinin bütün ısrar ve baskılarına direnmiş, ülkesini 2. Dünya savaşına sokmamıştı.
1945 yılına gelindiğinde, yıpranmış, kendi savaş yaraları ile bitkin bir Avrupa vardı. Buna karşın savaşmamış, ordusunu daha da güçlendirmiş, kemerlerini sıkmış ama kasaları dolu ve güçlü bir Türkiye’nin Cumhurbaşkanı idi İnönü! Ülkenin bütün güçlerini elinde tutuyordu.
O İnönü, eğer istemiş olsa idi, eğer demokrasiye, özgürlüklere, Türkiye’nin özgür bir ülke olarak parlak bir geleceği olduğuna inanmamış olsaydı herhalde 1945 yılında Demokrat Parti’nin kurulmasını kolayca engellerdi. Topluma ikinci dünya savaşının darlıklarla geçen yıllarını unutturacak bir popülizmi uygulamaya yetecek para hazinede vardı.
Bir de o yılların dünya ülkelerine bakınız! Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri diktatörlükle
DEĞERLİ okurlarım, geçtiğimiz Cumartesi günü Milliyet gazetesinde, “Barış ve Demokrasi Partisi” (BDP) Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, şöyle bir açıklaması yayınlandı:
“Bugüne kadar her seçim öncesinde 2002 seçimi de dahil, PKK’dan ateşkes isteyen ve bu ateşkes ortamlarında seçime giden kendisidir. Bunları niye açıklamıyor? Eğer PKK seçim öncesi provakasyon yapacaksa 8 yıldır niye yapmadı? PKK’nın hükümetten bağımsız ateşkes yapmadığını çıkıp açıklasın.”
Demirtaş’ın sözlerine inanmak
Demirtaş’ın “kendisi” dediği şahıs, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanıdır.
Demirtaş’ın bu açıklaması doğru olabilir mi? Türkiye Başbakanı bir terör örgütünden ateşkes isteyebilir mi? Başbakan, “Biz hiç bir yasa dışı örgütle müzakere etmeyiz. Böyle söyleyenler ispat etsinler. İspat etmezlerse müfteridirler.” şeklinde defalarca açıklama yapmıştı.
Buna rağmen BDP Genel Başkanı apaçık, 2002 seçimleri dahil her seçim döneminde Başbakan’ın PKK’dan ateşkes istediğini söylüyor! PKK hükümetten bağımsız ateşkes yapmadı diyor...
DEĞERLİ okurlarım, benim için laiklik prensibinin gerekliliği, illa da Cumhuriyetimizin temel prensiplerinden biri olduğu için değildir. Bu da önemlidir, ama laikliğin bu gün için ve hepimiz için, pratik bir gerekliliği var. Bu pratik gereklilik ise diğer vatandaşlarımız için olduğu kadar dindar vatandaşlarımız için de çok önemli.
Dindar vatandaşlarımızdan bu satırları okuyanlar varsa belki de, “Devletin, Müslümanlık ilkeleri ile yani Şeriat’ın kuralları ile yönetilmesi, sivil bir Parlamento’nun yaptığı yasalarla yönetilmesinden daima daha iyi değil midir?” diye düşünüyorlardır.
Ancak sorun, hangi sistemin daha iyi olduğu ile ilgili değildir. Bence de bugün ulaşılan evrensel bilim seviyesi ile yorumlanarak uygulansa belki şeriat yasaları sivil yasalardan daha da iyi olabilecektir. Ancak pratik problem de burada başlamaktadır. Kur’an-ı Kerim birdir, ancak onun yorumu ve uygulnaması kişiden kişiye, mezhepten mezhebe, dahası tarikattan tarikata çok ciddi farklılıklar gösterebilmektedir.
Bir an için devleti Şeriat yasaları ile yönetmeye karar verdiğimizi düşünelim. Düşünelim ama, şeriatın hangi yorumuna göre yöneteceğiz? Şiilerin yorumu, Sünni yorumdan çok farklı. Hadi diyelim ki
DEĞERLİ okurlarım, Ortadoğu’nun despot yönetimlerine karşı başlayan büyük devrimin Mısır perdesi kapandı. Mısır’ı 30 yıl pençesinde tutan acımasız despot gitti. Düne kadar “örnek bir lider”, “aziz kardeşim”, “barışçı lider” diye kucaklanıp, yanaklarından öpülen Hüsnü Mubarek, bugün “Mısır’ın Devrik Diktatörü” olarak anılıyor! Onu öpenler, sarılanlar bu gün onun bir diktatör olduğunu vurguluyorlar. Halkından çaldığı, tutarı milyarlarca dolar olduğu söylenen varlığına İsviçre’de el konuyor. Hiç şüpheniz olmasın ki Mısır’da da el konulacaktır!
Mübarek’in bir diktatör olduğuna hiç şüphe yok! Peki seçimlerde çok büyük bir çoğunluğun oyunu almış bir devlet başkanına diktatör denilebilir mi? O halkın iradesi ile iş başına gelmiş ise, onca defa seçimleri hem kendisi hem de partisi kazanmış ise, seçilmiş bu lidere karşı Mısır’da Tahrir Meydanı’nda toplanan bir-iki milyon kişinin dayatması sonunda iki generalin onu al aşağı etmesi demokrasiye indirilmiş bir darbe değil midir? Acaba aradan 20-30 yıl geçtikten sonra, gene birileri sokaklara dökülüp bu darbeci generallerin yakalanıp mahkeme önüne çıkartılmalarını, cezalarını çekmelerini isterse haksız olurlar mı?
Diğer taraftan askeri
DEĞERLİ okurlarım, geçen yazımda dünyadaki bütün kargaşaya rağmen ülke ekonomisinin olumlu bir gelişme içinde göründüğünü yazmıştım. Bu olumlu gelişmede de Merkez Bankası’nın, kriz ülkemize sıçramadan önce aldığı bir önlemin önemli rolü olduğunu belirtmiştim. Bu önlemin, bankalararası likidite dengesinin aksamaması için, bankalar arası kredi havuzunu kendi bünyesinde oluşturması olduğunu vurgulamıştım. Bankacılık sisteminin ayakta kalmasını birinci derecede bu çok yaratıcı, özgün ve etkili önlemin sağladığını vurgulamıştım.
Geçen yazımda vurguladığım bir ikinci konu da Hükümet’in IMF zorlamalarını dikkate almayıp, önerilen reçetelerdeki “zehirli” ilaçları içmemekte direnmesinin krizde çok daha uzun süre kalmamızı önlemiş olduğu idi. Ben de 1994 te yaşadığımız ilk krizden bu yana IMF reçetelerinde yazanların kriz ilaçları olmadığını, bu ilaçların Şikago üniversitesinde Milton Friedman tarafından iyi günlerde ekonomi yönetimi için yapılmış, neo- liberal formüller olduğunu, bu formüllerin ise talep kaynaklı krizleri engellemediğini, tedavi de etmediğini, aksine uzattığını defalarca yazmıştım.
* * *
Türkiye nihayet geçtiğimiz aylarda sıcak para’nın ülkeden panikle çıkarken
DEĞERLİ okurlarım dünya, ve özellikle de bölgemiz Ortadoğu, öylesine karıştı ki bir aydan fazladır dönüp ekonomiye bakamıyorum. Halbuki bütün bu kargaşanın ortasında ülkemizin ekonomisi olumlu bir gelişme içinde görünüyor.
Bazı rakamlar vermek istiyorum. İlk önce şunu iyi anlamalıyız ki toplum ekonomik gelişmeleri olumlu algılıyor. Tabi ben bunu çarşıda dolaşarak, şehir meydanlarında yürüyerek yaptığım görüşmelere dayanarak söylemiyorum. Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına bakıyorum.
Örneğin; “Tüketici Güven Endeksi” (TGE) diye bir ölçü var. Bu endeksin 100 olması, tüketicilerin kendi gelecekleri ile ne olumlu ne de olumsuz düşündüklerini gösteriyor. Bu endeks ülkemizde çok uzun süredir 100’ün altında seyrediyor, yani insanlar kendilerini güvensiz hissediyorlar. Bugün de TGE, 90’ın biraz üzerinde, yani olumsuz. Olumsuz ama, endeks 2008’in Kasımında 68,9 mertebesine kadar inmişti. Şimdi düzenli olarak yükseliyor. 2010 Kasımında endeks 91,3.
* * *
İnsanların, “Satınalma gücünüz önümüzdeki 6 ayda bugünkünden daha mı iyi, yoksa daha kötü mü olacak?” sorusuna, 2008 yılı Temmuz ayında verdikleri cevaplar şöyle:
“Daha iyi olacak” diyenler yüzde 8,5; “daha kötü olacak”