Fenerbahçe, Sivas deplasmanından sonra Konya’da da 2 puan bırakarak sezonun tamamlanmasına 3 hafta kala ezeli rakibi Galatasaray’ı şampiyonluk yarışında oldukça avantajlı hale getirdi.
Her sezon travmalarına bir yenisini ekleyerek seneleri tespih tanesi dizer gibi ipe geçiriyor, Fenerbahçe.
Bu yıl da öğrenilmesi; belki de yaşanması gereken yeni süreçlerle, olaylarla yüzleşti. Bunlar ders oldu mu? Bir diğer sezon tamamlanmadan anlama şansımız yok.
Önümüzdeki yılların neler getireceğini, yaşatacağını, öğretici derslere dönüşeceğini bilemeden yeni sezonlara umutla başlıyor Fenerbahçe.
Her yarışın bir kazananı oluyor; bazı takımlar kayberken de kazanmasını beceriyor.
Aslında bu çok önemli ve değerli.
Mesela Fenerbahçe adına bu yıl tüm zamanlar kıyaslandığında uzak ara rekorlarla dolu bir dönem olarak hatırlanması gerekecekken hatta sonraki sezona buradan hazır bir takım devredilmesi beklenirken yarış öyle bir finalle sona eriyor ki neredeyse tüm kazanımları yok sayacak, her şeye yeniden başlamaya neden olacak büyük hayal kırıklığına
Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde; bir gerçek var ki Ligin genel standartları ve ortalamaları çerçevesinde yarışın buradan kulvar değiştirmesi pek kolay değil.
Ancak gerçekler hayal etmenin önünde bir engel olamaz!
Yani?
Fenerbahçe her şeye rağmen şampiyonluk hayali ve arzusu içinde yoluna ve mücadelesine devam edebilir.
Peki bunun için ne yapması gerekiyor?
Öncelikle, şampiyon olmak istediğini Camiasına ve kuşkusuz rakibine göstermesi...
Hem kendisi hem de Galatasaray için gerilimli bir ortam yaratması...
Gerilimden kastım öfkeli, kavgalı bir hal, davranış değil elbette; öylesine motive ve konsantre oyun oynarsınız ki kamuoyuna mesaj verirsiniz. Hatta yarışı kaybetseniz dahi “aslında şampiyonluğu Fenerbahçe de hak etmişti?” cümlesini kurdurursunuz!
Fenerbahçe, Sivas’ta 2 puan bıraktı ve sezonun tamamlanmasına 5 hafta kala rakibi Galatasaray ile arasındaki puan farkı 4’e çıktı.
Her şey bitti mi?
Kritik soru, bu. Benim cevabım yazının içinde...
Sizi biraz tarihe götüreyim.
1995-96 sezonunun tamamlanmasına 5 hafta kala Fenerbahçe sahasında Gençlerbirliği ile berabere kalarak şampiyonluk yarışındaki rakibi Trabzonspor’un 4 puan gerisine düşmüştü.
Görüntü yaklaşık olarak buna benziyordu.
Ortalık bir anda yangın yerine dönüvermişti.
Sonraki hafta Trabzonspor sahasında Vanspor’a 1-0 yenilerek beklenmedik bir sürprize imza atmış ve bir anlamda her şey 32. Hafta oynanacak Trabzonspor-Fenerbahçe maçına kilitlenmişti.
Dün akşam saat 19.00 olduğunda birçok Fenerbahçeli zor bir seçim ile karşı karşıya gelmişti.
Bir tarafta Avrupa’nın en büyük Kupası için final karşılaşmasına çıkan Kadın Basketbol takımı, diğer yanda da Süper Lig’de çok zor bir süreçten geçen ve her maçı final olan erkek futbol takımı...
Hangisini seçecekti?
Fenerbahçeli olmak bazen böyle bir seçimin içinde kalmaktır!
Saat 21.00 olduğunda Mersin’de Fenerbahçeli Kadınlar Kupayı kaldırırken; Olimpiyat Stadyumundaki futbol takımı da Karagümrük karşısında zor da olsa 3 puana ulaşıyordu.
Hiç kuşkusuz bu iki maçın aynı gün ve saate denk gelmesi nedeniyle; Kadın Basketbol takımının Avrupa’da üst üste iki defa şampiyonluğa ulaşması ile ilgili bu büyük başarının enerjisinin önemli kısmının futbola kayması bir şanssızlıktı.
Fenerbahçeli Kadın Basketbolcuları üst üste kazandıkları Euroleague Şampiyonlukları için tebrik ediyorum.
Önce Kulüp Başkanı sahaya girdi, hakemi yumrukladı.
Sonra Kulüp Başkanı sahaya girdi takımını maçtan çekti...
Ve Trabzon’da, Trabzonspor taraftarı, Fenerbahçeli futbolculara saldırmak, dövmek için, bilmiyorum daha ötesinde başka bir amaçları var mıydı, sahaya girdi. Bir çok oyuncuya müdahaleleri oldu. Yanlış görmediysem Livakovic bir yumruk darbesi aldı. Oyuncular hemen soyunma odasına kaçtılar; sahaya giren taraftar sonra hiçbir şey olmamış gibi elini kolunu sallayarak tekrar geldikleri yerlerine geri döndüler.
Yani şu an maç yazısı yazıldığı sırada muhtemelen arkadaşlarıyla olayları, pozisyonları değerlendiriyorlardı. Belki de nasıl içeri girdiklerini ve hiçbir şey olmadan oradan çıkışlarını gülerek, eğlenerek anlatıyorlardır.
Hayat olağan akışında ilerlemeye devam ediyor.
Bu ülkemizin normali haline geldi veya getirildi.
Bir iki gün üzerine beylik laflar ediliyor, bir takım temenniler sıralanıyor; ceza alması gerekenler üstlendikleri rollerine kaldığı yerden devam ediyor. Benzerleri etrafta racon kesiyor.
Karşılaşma tamamlandığında istatistiklerde Fenerbahçe 17 + Pendikspor 29 olmak üzere toplanda 46 faul yazıyordu.
İlk yarıyı Pendikspor 17 faulle tamamladı.
Yaklaşık 115 dakika oynanan (topun oyunda kalabildiği süre yaklaşık 47 dakika) karşılaşmada her 2,5 dakikada bir maçın durması anlamına geliyordu.
Topun oyunda kaldığı süre hesaba katılırsa faul ortalaması 1 dakikanın bile altına iniyordu.
Oyunun durması bir taraftan maçın akışkanlığını, devamlılığını etkilerken, diğer yandan da her faul sonrası sertliğin dozunun bir kademe yukarı çıkması, oyuncular arasında gerilimin artması futbol oynamayı etkileyen bir sonuç yarattı.
Örneğin ikinci yarı Welinton’un gördüğü ilk sarı kartın futbolla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Hızlı hücumla rakip kaleye gitmeye çalışan topsuz durumdaki Ferdi’ye gitti omuz attı.
Benzer faulün aynısını Halil’in de yapması bir rastlantı mıydı? Ferdi gibi sakin kalmayı başarabilen bir oyuncuyu bile kontrolden çıkaran sertliklerdi bunlar.
Welinton Süper Lig’e yabancı mı?
Haftalar sonra Osayi ve Becao sahadaydı. İkinci yarı Fred de girdi oyuna. Bir anlamda Fenerbahçe sezona başladığı düzene geri dönmeye başladı.
Şunu artık biraz daha net bir şekilde görebiliyor ve söyleyebiliyoruz; takımın temel iskeletini aynı bir insan bedeni gibi bir araya getiren 11 oyuncu var. Bu oyunculardan biri bile oyunun dışında kalsa tüm senkron bozuluyor, akordu olmayan aletlerden oluşan bir orkestraya dönüşüyor. Hele bu sayı 2-3 olursa konu sadece akortsuzluk değil; entrümansızlığa ve nihayetinde de bazı seslerin hiç olmadığı, keyif vermeyen tatsız bir müzik halini alıyor.
Esas sanatçılar ana temayı çalarken takım uyum halinde hareket ediyor, keyif alıyor ve etrafını da mutlu ediyor.
Diğerleri de bu keyif veren ortama katkı sağlıyor.
Durumun özeti bu!
Fenerbahçe sezonun ilk yarısında tam da buralarda, Pendikspor maçına kadar her şeyin yolunda gittiği bir senkronda ilerledi.
Hatayspor maçı sonrasında Djiku, Pendikspor maçında da önce Fred’i sonra da Becao’yu kaybetti.
Kasım ayı boyunca bu oyunculardan yoksun çıktığı mücadelerde geri dü
Fenerbahçe’nin kadroya bağlı zorunlu değişikliklerinden sonra oyununun bozulduğu bir gerçek.
Bu maç temposunda İsmail Kartal’ın sadece Samandıra’da taktik antrenmanlarla bunu aşabilmesi çok kolay görünmüyor.
O da ister istemez kadro tercihleriyle bir oyun oturtmaya çalışıyor ki bazı oyuncuların formlarındaki düşüşün neredeyse dip yaptığı bu bölümde evdeki hesap asla çarşıya uymuyor.
İrfan Can’ın yaşadığı sakatlık bu sürecin tam tuzu biberi oldu!
Osayi Samuel’in Afrika Kupasından nasıl döndüğü tam bir muamma! Onunla birlikte Ferdi’nin tekrar eski yerine geçip geçmeyeceğini de şimdilik bilmiyoruz.
Burası kritik çünkü Oosterwolde’nin saha içindeki yüksek mücadelesi takımın genel sorunlarının dışında her türlü takdiri hak ediyor.
Benim düşünceme göre Ferdi’nin solda oynaması çok daha doğru bir tercih olur ama Oosterwolde bize bu cümleyi kurduracak bir oyuncu profili göstermiyor.
Sorunlardan biri oyunun geriden kurulamaması; rakip çok sayıda oyuncu il